24 Mayıs 2011 Salı

İşte Hayat

Düşünün ki bir lokantadasınız. İçeride her türden insan var. Envai çeşit insan farklı farklı masaların etrafında toplanmış, hepsi iştahla yemeklerini yiyorlar. Kimisi masayı dört dörtlük donatmış bir kuş sütü noksan. Kimisi sadece çorba içiyor. Kimisi karışık kumru, yumurtalı. Kimisi şarabını rakısını yudumlarken, kimisi rakı, kimi ayran, kimi su içiyor yemeği ile beraber. Kimisi kuru kuruya indiriyor lokmaları boğazından aaşağıya.

Hele lıokantanın en ucunda tam deniz kenarında manzaraya hakim bir masa var ki lokantanın garsonlarının neredeyse yarısı masadakilerin etrafında pervane olmuşlar. Siparişleri anında bitiyor burunlarının dibinde. Aşçıyı çağırarak tebrik ediyorlar bir ara. Aşçı yaranmışlığına sevinmiş beni beğendiler misali gülümsüyor. Masadakiler yaptığı yemekler için ona ağızlarıyla teşekkür saçarken, kullanılıp buruşturulmuş atılmış bir kağıt mendil gibi bakıyorlar adama. "Teşekkürleri kabul et uzak dur bizden, değme bize" bakışları bunlar.

Herkes kendi masasındaki kadar mutlu, tatlı sohbetler sarmış etrafı. Kimi masalrda arada ufak tatrtışmaların kıvılcımları alevlenecek gibi oluyor ama alev parlamadan sönüyor herkes mutlu.

Derken Lokantanın sahibi çıkıyor orataya, ellerini çırpıyor:

"ŞAK ŞAK ŞAK"
"Sessizlik" diye bağırıyor kendinden emin.

Bir sessizlik oluyor önce. Herkes suspus oluyor. Lokanta sahibi mağrur süsüyor lokantadakiler soldan sağa, kıyıdan köşeye. Sessziliği yine kendi sözleri bölüyor.

"Hesap vakti geldi" diyor. Ortaya çıktığı gibi aniden yokoluyor.

Her masaya hesabı dayıyor işinin ehli garsolar. Kimse hesabı istememiş. Bir şaşkınlık uğultusu dalgalanıyor. Herkes masasına gelen hesabı açıyor. En zengin masanın en otoriter görünümlü adamı acil tarafından bir para sıkıştırıyor hesap kutusuna, apar topar kalkıyor masadakiler. Parayı ödeyen adamın kalkışı kaçış gibi. Mütevazi yemek yiyenler basıyor itirazı. Az evvel zengin masasının etrafında fır dönen garsonlar itiraz edeni kıskıvrak alıp çekiyorlar mutfak tarafına.

Meğer bu lokantada herkes canının istediğini sipatiş eder, kendi erişebildiğince karnını doyururumuş da hesap ödeme vakti gelince lokanta sahibi her bir masa için milim milim tutturduğu hesabı gelişigüzel masalara dağıtırmış. Kendi yediği yemeğin parasını ödeyen binde bir çıkarmış. Genelde en zengin masa en az parayı öder sıvışırmış. Mütevazi sofralara en zengin adamın masasının hesabını ödemek düşermiş.

Hayat da aynı bu lokantadaki gibi işte. En fazla tüketenler, tükettiğinin binde birini bile ödemeden kaçtığı için memnun kalırken, kaçanların tükettiğini ömrünü yese yerine koyamayacak olanlar başkasının yerine ödemek mecburiyetinde kalıyor. Bedavacı adamların kaideleri 4 X 4 araçlarının yumuşak, ergonomik oturgaçlarında ılık, mutlu ve huzurla yayılırken mutfakta bulaşık yıkamakla meşgul adamlar bu sıvışmayı izleyerek habire nerede hata yapttıklarını düşünmekle meşguller.

Hayat işte tastamam bu hayal ürünü lokantada olduğu gibi. Adil değil. Hesapsızca savurup harcayanlar, bu harcamaları yaparken yarattıkları hengameyi asla kendileri toplamıyorlar. Yaptıkları hataların bedelini asla ödemiyorlar, sorumluluğunu almıyorlar. Ama hata varsa bedeli mutlaka birilerine ödettiriliyor. Onların arkasını hep başkaları temizliyor. Bir çok insanın hayatı hep başkalarının arkasını toparlamakla, başkalarının hatalarının bedelini ödemekle geçiyor. Neden mi? Duyarlı oldukları için. "Ayıp", "Hakkımda ne düşünürler sonra", "Böyle yaparsam kırar mıyım acaba?" diye gereksiz düşüncelerle kendi kendilerini yedikleri için eller geziyor eğleniyor, bunlar çile çekiyorlar. Gönüllü oluyorlar başkalarının arkasında çekip çevirmeye.


3 yorum:

Yorumlar