28 Şubat 2011 Pazartesi

İstanbulum

Bugün İstiklal Caddesindeki D&R’a gitmeseydim, en üst kattaki gezi kitapları bölümüne gidip de uzak doğu ile ilgili seyahat kitaplarının peşine düşmeseydim, uzak ya da yakın ne de orta doğu ile ilgili bir seyahat kitabı bulmadığım için hayal kırıklığına kapılmasaydım; İstanbul ile ilgili kitapların bulunduğu raflara bakmayacaktım ve haliyle “İstanbulum” isimli seriden daha çok uzun süre haberim olmayacaktı. Ama oraya kadar gittim ve İstanbulum serisine elimi attım. Kucağıma yirmi kadar kitabı alıp bir koltuğa gömüldüm ve oturduğum yerde saatlerin nasıl geçtiğini anlamadım.

İstanbulum; 2009 yılında başlamış İstanbul için yazılmış koskocaman bir aşk şiirine dönüşmüş büyük bir proje. Seriyi Heyamola Yayınları, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın katkıları ile hazırlamış. Yola koyulurken hedeflenen İstanbul’un kırk ayrı semtini kırk ayrı yazara anlattırmakmış. Her bir eserde ayrı bir semtin tarihi, mihenk taşları, önemli noktaları anlatılırken yazarların özel hayatlarına dair anılarını da paylaştıkları birer anı-gezi kitabı ortaya koyulmuş. Ellili, altmışlı yılların Yeşilçam filmlerinin lezzetine benzer bir tadı yakalamak mümkün satır aralarında. İstanbul çok büyülü ve romantik bir şehirmiş geçmişi özlemle anan satırlara bakılırsa. Serinin kitapları Ekim 2009’dan beri teker teker yayınlanmakta. Satın aldığım kitaplardan bir tanesinin numarası 59 olduğuna göre kırk sayısına ulaşmak projeye hayat verenlerin soluklarını kesmemiş anlaşılan. Bu sene bu seriyi ne yapıp ne edip tamamlamak şart oldu benim için.

Önümdeki kitap yığını içinde seçmesi hayli güç işti. Benim başlangıç için seçtiğim üç kitap şunlar oldu:

- Azıcık Cihangir – Haydar Ergülen,

- Taksim, Bir Şenliği Yaşamak – Mahir Öztaş,

- Pendik’li Yıllar, Sine-Masal Anıları – Mesut Kara

Pendik’i okurken kendi çocukluğumdan bazı fotoğraflar gözümde canlanır gibi oldu, işte o gazla hızımı alamadım ve yazıyorum. Bu seriye hak ettiği ilgiyi göstermek anılarında İstanbul’a yer vermiş herkesin yüzüne tatlı ve huzurlu bir gülümseyişi yerleştirecektir mutlaka. Benden söylemesi.


26 Şubat 2011 Cumartesi

Alo Ne Var Be?

Eskiden çalıştığım işyerinin çok trajikomik bir özelliği vardı. Şirketin üst yönetimindekiler, çalışanlarının telefonda kurumsal kimliklerine uygun bir biçimde konuşmasını isterdi. Bunu o kadar çok isterlerdi ki yıllar boyunca eğitim ile ilgili departmana “Kurumumuz çalışanlarının telefonda konuşma adabı” benzeri başlıkta çok sayıda kitapçık hazırlatıldı, bir diğer departmana kuruma özgü intranet ortamından erişilebilecek “Telefona işte böyle cevap vermeliyiz” başlıklı, bol diyagramlı, bol açıklamalı, bol örnekli sayfalar hazırlatıldı. Bir başka departman telefona cevap veriş tarzı ile ilgili “İşte bu yanlış”, “Ama doğrusu da şöyle” nevinden kısa filmler hazırlattı. Çok sayıdaki çalışana bu tanıtım filmleri ve kitapçıklar kucak kucak dağıtıldı. Bu amaçla yüzbinlerce dolar tutan bütçeler har vurup harman savruldu. Üst yönetim çalışanlar telefona doğru düzgün yanıt versin istiyordud uzun lafın kısası, ama nerede? Çalışanların böyle bir emeli ya yoktu ya da balık baştan kokar misali tepeden tırnağa kemikleşmiş adam olma konusundaki isteksizlik tenlerinin altına işlediğinden kimse doğru olanı örnek almıyor, üzüm misali birbirlerine kulak kabartmak sureti ile kararı kararıveriyorlardı.

Uyulması istenen kural aslında çok basitti. Telefon çaldığında cevap veren kişinin ilk önce biriminin adını söylemesi ardından ismini ve ünvanını söyleyerek kendisini tanıtması ve hemen ardından “size nasıl yardımcı olabilirim?” sorusunu yöneltmesi gerekiyordu. Çok güzel değil mi? Bence de ideal bir konuşma biçimi. Ama gelin görün ki uzun yıllar çalıştığım kurumda bir adet Allah’ın kulunun böyle bir telefon görüşmesi gerçekleştirdiğini görmedim, duymadım, bilmiyorum. Personelinin telefonda adam gibi konuşmasını her tür yolu denemesine rağmen öğretemeyen kurum müşteri teması olan birimlerdeki telefonlara otomatik olarak verilen kayıtlı karşılama mesajlarında ise tam anlamı ile çuvalladı. İnsanlara öğretmediler ama karşılama mesajları istedikleri gibi olabilirdi en azından değil mi? Yanıldınız. Karşılama mesajlarını dinlemeye başladınızm ı kurumun ismini söyler ve sizin o anda hangi birimi aramakta olduğunuzu asla söylemez. Telefonu açan kimse zaten böyle bir bilgi vermeye programlanmayı reddettiği için siz her zaman nereyi aradığınızı bilmeden saöça sapan bir diyalogu sürdürmeye zorlanırsınız. Aradığınız yeri bilmeden, karşınıza çıkanı bilmeden, karşınızdakinin keyfine ve insafına terk edilirsiniz.

Çalıştığım kurumun genel müdürlük birimleri ile ülkemizin tamamına yayılmış birimleri arasında müthiş bir kopukluk vardı. Genel müdürlük birimlerinde çalışanlar kendilerini ülkeye yayılmış olan birim çalışanlarındakilerin hepsinden daha yukarıda görür, ikili münasebet anında onları hakir gördüklerini daima hissettirmeye çalışırlardı.

Bir iş için aramak mecburiyetinde kaldığınızda rakip kurumun genel müdürlüğünü aramışçasına aracılık etmekte olduğunuz müşteri her ne kadar genel müdürlüğün de müşterisi olsa, işinizi yokuşa sürmek için ellerinden geleni yaparlardı. (Yokuşlardan yokuş beğen) Kurum çalışan sayısının üçte birini genel müdürlük birimlerinde çalışanların oluşturduğu göz önüne alınırsa, hayli büyük ve adı konmamış biri çekişmenin yıllardan beri sürüyor olması aslında korkutucuydu da. Ancak en yakın rakibi ve emsalinin iki katından fazla personel çalıştırmasına rağmen yıl sonunda elde edilen sonuçların rakiplerinin altında ya da hemen hemen eş değer olmasını da gayet güzel açıklıyordu bu artık kanıksanmış ve katılaşmış iletişim direnci.

Genel müdürlük birimini aradığınızda telefona cevap veren kimse kadınsa; sesi banyodan yeni çıkmış üzerine ancak bornozunu almaya vakit bulabilmiş, ıslak saçlarından su damlaya damlaya telefona cevap vermek zorunda bırakıldığı için hayli öfkeli bir “Alo” sesi öterdi ahizenin sizden tarafa olan kenarında. Cevap veren kişi erkekse, hayli nobran, holigan tavırlı bir asabiyet ile “Ne var be?” tonlarında çemkirirdi. Ülkeye yayılmış birimlerin çoğundaki yöneticiler kendilerini aşağılayan bu seslere şirinlik sergilerdi. Benim gibi birkaç kişi sadece, “Kimsin sen?”, “Ünvanın ne?”, “Benim soracağım soruya cevap verecek kapasitede misin sen?” sualleri ile karşı atağa geçerdi. Ama neresinden baksanız, kendi telefonunu çaldırıp ondan iş istediniz diye sizi daha en başından düşman bellemiş bir kimse ile iletişim nereye kadar sürebilir varın hesap edin.

Ülkemizin uzun yıllardır tanınan ve kurumumuz ile iş yapan bir müşterisi ile içinde bulunduğu durumda uygun yaklaşımları sergilemeyi başardığım için uzun soluklu bir işbirliği yapmak üzereydik. Müşterinin talebini yazılı olarak genel müdürlük birimine iletmiştim, ancak talebe yanıt alamıyordum. İlgili birimin müdürünü arayıp vereceğimiz yanıt konusunda zamanla yarışmakta olduğumuz hatırlattım. Adamcağız son derece şuursuz biçimde yapılan teklifi çok komik bulduğunu söyledi. Kendisine neden komik bulduğunu sordum. Anlattı. Ben de; “Sahiden de komikmiş. Şirketin genel müdürü şu anda yanımda oturuyor diyafondan dökülen yorumlarınızı duyunca o bile güldü”.dedim. Bu sözleri duyunca öyle bir panikledi ki. Hemen ilave ettim; “Ben size iş olsun da durduk yerde yorulun ya da gülün diye buradan teklif üstüne teklif yollamıyorum, ülkenin en eski kuruluşlarından biri bizimle iş yapmak istiyor ve koşulları da orada yazılı işte, üstelik adamlar benim olduğu kadar sizin de müşteriniz, hatırlatırım” dedim. “Ayrıca yanımda konuğum otururken sizin komik bakış açınızı onlara yansıtmamayı bilecek kadar profesyonel olduğumu düşünüyorum, yani korkmayın esprinizi benden başka işiten olmadı” diye ilave ettim. Bunun üzerine adam çok hızla hizaya girdi, müşterinin işi görüldü. Ancak çapsız insanları kilit noktalara oturttukları için ve her birim müdürü benim gibi kestirmeden gitmediği için bir çok işbirliği buna benzer telefon görüşmelerinde sırf genel müdürlükte oturan adam kapris yaptı diye başlamadan sona erdi.

Velhasıl ülkemizde büyük şirketlerimizin bazılarında telefonda konuşma konusunda profesyonellik aramayın, çünkü yok.

Not: Aylar önce yazdığım bir yazıya bir arkadaş yorumda bulunup genç arkadaşlara öğüt vermiş, ülkenin en önde gelen şirketlerinde çalışın, ezilmeyin nevinden görüş buyurmuştu, eksik olmasın. Benim çalıştığım şirket dünyanın ilk beşyüz şirketi sıralamasında her zaman yerini bulan bir kurumdu. Beynimdeki kıvrımlar hala bombeli, kabarık ve kıvrık Allah’a şükür, böyle olunca da büyüklük ile çalışma ahlakı ve prensiplerin güçlülüğünün eş oranlı olmadığını kavrayabilme kapasitem gücünü muhafaza edebiliyor. Şirketler uzun yıllara yayılmış iç dinamikleri ile de büyük kalabiliyorlar. Görüntü hayli modern olsa da kapalı kapılar arkasında dönen Bizans entrikaları ülkemizde hayat bulan yöetim tiplerinde maalesef hala etkin.

23 Şubat 2011 Çarşamba

Söz

Sözünü tutabilmek bir erdemdi bir zamanlar. Şimdi çok daha büyük bir erdem. İnsanlar sözler veriyor, sözler tutulmuyor sonra. Sözler çok, tutulanı pek yok. Birinin diğerini bir anda satması sıradan işlerden. Sözlü darbeler acı vermiyor böyle olunca. Sözlerin hükmü de yok, kıymeti de.

Otobüste gidiyorum.

Adamın teki, hayli ağır şiveli, "k"leri genizini zorlayarak çıkıyor. Bağırıyor elindeki telefonun bir ucundan.

- Biz şuralıyak abi, ayıp ettin bizim sözümüz senettir, biz delikanlı adamız.

O “şuralıyak” denilen yerden olanlardan çok tanıdım. Hepsinin de telefona bağıran adam ile aynı şivede delikanlılıktan dem vurmasını aynı tonlama ve kelime sıralaması bile aynı biçimde olmak kaydı ile kaç defa duydum. O ladar çok duydum ve o kadar çok defa verdikleri sözü tutmadıklarına şahit oldum ki o küçük yerleşim birimi benim için ülkemizin insanına en güven duyulmaması gereken yerlerden birisi oldu en nihayetinde. Bu kadar ı patırtı koparılıp söz verilir ve bu patırtının sonunda sözünü tutmamaktan hiç mi utanmaz bu adamlar?Şehri, kasabası hangisi olursa olsun insanların söz vermesine dayanamıyorum. Verilen sözlerin tutulmayacağını bilecek kadar çok yaşadım galiba.

Güven öyle sözle, yemin billahla tesis edilmiyor. Söylediklerin ve yaptıklarının uyumunu sağlayabiliyorsan kişiliğinin kıymeti artıyor.
Ama ne gam. Delikanlıyık değil mi? Söz veren verdiği sözü tutmayan. Sözünü tutmadığının yüzüne vurulnasını kaldıramayan adamların sayısı o kadar çok arttı ki.

Var mı hala bir değeri sözlerin?

Neden sözler hala var?


21 Şubat 2011 Pazartesi

Anlayışa Dikiz

Geçen hafta türk kadını ve erkeğinin aşağılanması haftasıydı. Hastalıklı zihniyetlerin normal olanı anormal olarak algılatmaya çalışma denemelerinden bir tanesine daha imza atıldı bu vesile ile. Adamın biri, "Dekolte giyerde tacize uğrarsan, taciz suçuna ortak olmuş olursun" cinsinden bir sayıklamada bulundu. Adamın biri demek hafife almak olur. Bu sözleri utanmadan arlanmadan zırvalayan kişi düpedüz bir profesördü. Akademik kariyer sahibi bir erkeğin suçlunun suçuna kılıf aramaya çalışmasıysa tiksinti vericiydi. Sonradan lafı çevirdi falan, "Tecavüz kelimesini hiç kullanmadım" şeklinde dediklerini iyiden sulandırdı. Zeki sınıfından sayılıyor ya kelime oyunları yaptı. Yok efendim sözleri çok doğruymuş kendisi ile aynı fikirde olan cümle zevat telefon açıp bunu tebrik etmiş güzel sözleri için Telefonu açanlar belki de memleketteki cümle sapıktı nereden bileceğiz? Ne demek bu ya, kadın açarsa erkek azar üstüne atlar yani ha? Ben bacak gördüğümde ya da göğüs dekoltesi gördüğümde kimseye tacizde bulunma isteği duymuyorum. Ben ve benim gibi normal adamlar mı anormal oluyoruz taciz etmediğimiz için. Hayvan sürüsü müyüz biz normal erkekler? Hoş hayvanlarda dekolte sezdiğinde dişisinin üzerine atlamıyor durduk yere. Üstelik hayvanın dişisindeki meme sayısı bile daha fazla.

Kadını yalnız kıstırdığında gücün yetiyorsa bin ensesine mantığının bu yüzyılda işi nedir? Erkekleri gözlerine ilişen herşeyi eline mi almalıdır? Herkesin eli kolu kendine ait olmayan ile dolup taşmaz mı o zaman? Matbaa ülkemize üçyüzyıl kadar geç girdi diye olanca gerizekalının ahkamlarını dünlemek zorunda mıyız? Hiç anlamıyorum. Sana ne açar, kapar, takar, takıştırır, Açtıysa elllemen mi şart? Ezberle gördüğünü, git pipinle oyna aklına getirdikçe. Hem öyle bir yerden vuruyor ki, kadın açtıysa suça ortaktır diyor ilahiyatçı profesör. Demek ki ilahi işler dünyevi konularda adamın gözünü hayli döndürmüş.

Bu ülkede kadın olmak da, çocuk olmak da, erkek olmak da sapık zihniyet ve sapıklara çanak tutan zihniyet yüzünden son derece zor. Her tür zemin insanların cinsel ikiyüzlülüğü yüzünden son derece kaypak bir kere.

Görünüşte evli, barklı, halim, selim iyi aile babaları gelinlikli kadınlara tecavüz eder öldürür, yüzlerce erkek bir olur ilköğretim öğrencisi kızı sıradan geçirirler. Orada da mı dekolte vardı. Ya bebek tecavüzlerine ne diyecek bu ilahiyatçı profesör, bebek de mi tacize ortak? Kundağında mı dekolte vardı onun da?

Bu rezilce gaf henüz kapanmadan ikincisi yazılı olarak çıktı karşımıza. Devlet Demir Yolları'nın hazırlattırdığı "Rail Life" isimli dergüde deniyor ki "Erzurumlu kadınlar bu trene binip artist olmak için İstanbul'a gelirler, türlü maceradan sonra çam altına yatırılırlar. Sonra da artist olamayaıp kız gittim kadın döndüm misali bir şey olmamış gibi evlerine geri dönerler" Bravo.. Bu hangi saplantılı sapkın sapığın zihniyetinin ürünü acaba? Konuya hassas biçimde yaklaşan sayın bakan yazıyı kaleme alan memurun defterini dürmek sureti ile kapı önüne koymuş. Peki yok mu bu derginin bir editörü, baskıya girmeden önce ne cibiliyet ve de niyette yazılar yazıldığının muhakemesini yapacak aklı cinsel uzvuna kaçmamış bir sorumlusu?


17 Şubat 2011 Perşembe

Kıskanan Kedi

Park adı verilmiş önüne envai insan ismi eklenmiş minik alanlarımız var şehirlerimizde. Koskocaman sahiden park gibi parklardan bahsetmiyorum. Üç beş apartmanın ortasında bir apartman dikmeye yetmeyecek dar alanlarda bir iki ağaç, ortada bir salıncak, bir tahteravalli, bir de ittirildiğinde dönebilen tuhaf silindir biçimli oyuncak, adı kum havuzu olan ama içinde kum bulunmayan, ağaç diplerinde rahat rahat oturulamayacak şekilsizlikte bir kaç bankı bulunan parklardan bahsediyorum. Bu parkların keyfini nadiren çocuklar sürüyor ama genellikle de kediler.

Kediler ağacın tepesinde, gölgesinde, bankında, kıyısında, köşesinde. Arada köpekler gelse de parkların asıl nüfusu kedilerden oluşuyor. Kediler, her birinin ayrı karakteri olduğunu biliyoruz biz kedi dostları. Kedilerin bir başka baskın özelliği de kıskançlıkları. Minik çocuk kıskançlığı gibi zararsız, "ben burdayım beni unutma" diyen naif bir ksıkançlık bu. Parktaki kediye iki gün kuru mama verdim, üçüncü gün diğer kediye pisi pisi diye seslenince nasıl kıskandı. anlatamam, ama fotoğrafta gösterebilirim. Arkadaki kedi, kıskanç kedi.


Fotoğraf: Parktaki Kediler - D.M.

16 Şubat 2011 Çarşamba

Zevkli Bir Oyun

Öykü ya da roman okurunun en büyük hatası, sevdiği yazarın satırlarında kendi şahitliklerini ya da kendi başından geçenleri anlattığı düşüncesine kapılmasıdır. Ama kurgu karakterler yazarın kafasının içinde yarattığı belki yıllar boyunca üzerlerine ekleye ekleye detaylandırdığı kişilerdir. Onlar yaşayan kişilerden daha gerçek biçimde ete kemiğe bürünebilir bazen. Bir başını eğiş, başını eğerken saçının alnına dökülüşü, alnındaki çizgilerin endişe ile kırışmış olması gerçek yaşamdan alınmış fotoğrafik alıntılar biçiminde okurun gözünde canlandırmasına yardımcı olabilir. Karakterin iç sesi ise yazarın o karakterle olan yolculuğunda şekillenir, derinlik kazanır. Yazar bazen çok uzun süre, bazen de kısa bir sürede zihninde şekillendirdiği karakteri kağıda/ ekranına taşımaya başladığı andan itibaren ise o karakter alır başını gider. Artık yazarın değildir. O özgür bir bireydir. Bir maceranın içinde bırakılmıştır, Yazarın kafasında şekillendirdiği diğer karakterler ile karşılaşmaya, yazarın ona uygun gördüğünü zannettiği ancak yazarın dahi sonunu bilmediği yazgısını yaşamaya hazırdır. Yazar yarattığı karakterlerin bazen nerelerden geçeceğini bilebilir ama o da yazarken birer kurgudan ibaret kişilerin aklından geçenleri, tepkilerini resmedebilmek için oradadır.

Ben yazar değilim, ama işten güçten fırsat buldukça yazma denemelerine girişen bir serüvenciyim. Bir müddettir çalışmadığım için bu serüven hayatımda biraz daha fazla yer kaplamaya başladı o kadar. Aslında bir internet oyunu, bir tür mim ile başlayan "Çiçek İsimli Kadınlar" minik öykülere başladığımda bir telefon konuşması anında aklıma düşen bir karakter vardı. İsmi, Gül. Bu güne kadar burada yayınlamadım. Gariptir Gül'ün tüm öyküsünü o telefon konuşması esnasında bir çırpıda anlattım. Uzun sürmüş yaralı bir ilişkiyi bitirmiş olmanın verdiği bir yorgunlukla herşeyden uzakta aylar geçirip çevresinden uzaklaşmak, kendiyle başbaşa kalabilmek için uzaktaki bir ülkeye gitmişti Gül. Yanında iki tanıdığı daha vardı ama o ikisinin gözü birbirinden başkasını görmüyordu. O gezide tanıştığı birisi ile enteresan bir oyun yaşadı. Çiçek isimli kadınlar öykü serisinin içine sığmayacak denli uzun öyküyü üç kez yazdım. İlki neredeyse bir saate yaklaşan o telefon görüşmesi esnasında.

Gül karakterini çok sevdim, onu o telefon konuşmasındaki gibi bırakamazdım. Gittiği ülkede nereleri gezip gördüğünü anlayabilmek için o ülkeye dair kitaplar okudum. Okudukça Gül'ün ayakları yere basmaya başladı. Öyküyü 2008 yılında yazdım. Ama Gül'ü tek başına bırakamazdım. Başka çiçek isimli kadınlar olmalıydı yanında. Bir kısmını buradan, blogumdan kısa öyküler olarak sunduğum herbiri geçmişe dair gölgeleri olan ve kadınlardı. Kimisi bu gölgeler ile başa çıkabiliyor kimisi ise denemiyordu bile. Sonra devam ettim o kadınları işlemeye birbirleri ile ikili, üçlü görüşüyorlardı zaten sonunda bir yemek masası etrafında buluşturmayı başardım onları. O masanın etrafında toplanınca kadınlar, anladım ki öyküler öykülükten çıkmış, roman olmuş resmen. Gerçek hayatta sevdiğiniz arkadaşlar, yakın arkadaşlar olur, onları birbirleriyle tanıştırdığınızda çok iyi anlaşacaklarını düşünürsünüz. Bu düşüncenin başarıya ulaştığı çok azdır. Her nedense yakın dostlarınız birbirleri ile anlaşamazlar. Roman kahramanları için de öyledir. Çiçek isimli kadınlar da o masanın etrafında eteklerindeki taşları dökmeyi başardılar. Yazın kahramanlarının yazarları ile benzer, ortak geçmişleri olmaz ama başlarından gerçek hayattakileri andıran hayali olaylar geçebilir, bu olaylar karşısındaki tepkiler belki okuruna tanıdık gelebilir. Bir mimle başladığım Gül'ün öyküsünü sona erdirmeye geçen haftalarda aldığım şahane bir mim ikna etti beni. Üç yıl önce yazdığım, ama bırakamadığım, bir mim ile oyun gibi başlayan öykü başka bir mim ile sona erecek inşallah.

"Gönderilmemiş Mektuplar"da, sevdiği kıza mı bir hayale mi mektuplar yazdığını muallakta bıraktığım "Asteğmen Charlie" ve onun ilgi duydukları ile de hiçbir alakam yok. Bana tamamen yabancı bir dünya ama onu da kafamda bir kaç ay taşıdıktan sonra bir gecede oturup yazmıştım. Ankara'da etnografya müzesini gezerken bir asker gördüm. Burada bir asker neler düşünür diye düşündüm. O düşünce peşimi bırakmadı. Onu yazdım. "Gönderilmiş Mektuplarda"ki Nazan karakteri de çok saçma biçimde çıkıp gelmişti bir gün karşıma. tetikleyen söz ise alabildiğine saçma "Herkesin e-maili var, benimse İsmail'im var" sözünden hareket ettim. Eskiden yakın arkadaş olan kişiler seneler sonra birbirleri ile bir e mail trafiği yaşasalar ne olur diye düşündüğümü hatırlıyorum. Sonra bir de "Her Hakkı Mahfuzdur"daki Hakkı karakteri. Hakkı'nın ilk sözleri çocukken bayıldığım bir romanın baş karakterinin ilk sözlerine benziyor, "Mercan Adası"ndaki Ralph'ın sözleri. Aynı zamanda lise yıllarındayken tanıştığım bir arkadaşımın bir sınıf dolusu yeni yetmeye ilk sözleri. Arkadaşımdan ilk sözlerini ödünç alarak yazdım. O sözleri yazılı olarak karşımda görür görmez hiç tanımadığım Hakkı denilen karakter karşımdaydı işte. Ömrünü Gönen'e sığdırmış oradan hiç kurtulamamış bir erkek. O kendini zahmetsizce yarattı. Kafamda pek taşımadım. Ama birdenbire karşıma çıkıp ete kemiğe bürünmesi hoşuma gitti, öyküyü gereğinden fazla uzattım o heyecan ile. O öykünün içinden kendim olarak karşıdan karşıya geçerken kendimi her filminde gösteren Alfred Hitchcock gibi hissettim. Öykünün içinden geçmeyi "Gönderilmiş Mektuplar"da iyice azıttım, Vladimir olarak finali işgal ettim resmen.

Bir dönem, ilk hali ile Sims oynardım. Ağlayabilen, gülebilen, aşık olabilen ve nihayetinde ölen, öldüğünde hayaleti yaşamış olduğu yerlere ziyarete gelen bu animasyon karakterleri ile öldürebildiğim kadar vakit öldürdüm. Oyuna hevesim kolay dindi. Daha sonra Sims 2 oyununu da denemişliğim var. Kurgu karakterler yaratıp onları bir yaşam macerasının içine bırakmanın bana zevk veren bir oyun olduğunu düşünüyorum. Umarım kısa bir heves değildir bu.


15 Şubat 2011 Salı

Anıları Kurgulamak

Başımdan geçen komik olayları yazmıştım uzun yıllar boyunca. Başımdan geçen yahut gözümün önünde vuku bulmuş garip, güldüren anları seneler sonra okumak için depolamıştım. Bu anıların ortak özelliği hepsinin iş ortamında başımdan geçen olaylar olmasıydı. Geçen sonbahar, bunları hale yola koymaya uğraştım. Bir kenarda dinlendirdikten sonra okudum geçen gün. Olmamış. Malesef son derece bayıyor bir çırpıda okuduğumda. Hepsini birbirinden ayrı okuduğumda enteresan anlar yakalıyorum ama bir iskeletin üzerine oturtup, kurgulamadıkça en komik yazılar bile üstüste okunduğunda sıkıcı olabiliyormuş bunu farkettim.

Kurgulandıklarında anı olmayacak da başka bir şey olacak gibi geliyor. Olsun zaten ben kimim ki anılarımın kime ne faydası olacak? Varsın anı olmasın. Şu insan müzesini bir güzel hayata geçirmenin zamanı geldi artık. Bir alay insan tanımışım onları yazar, benim başımdan geçen olayları da üç ana karakterin başından geçecek şekilde ayarlarsam. Anı olmaz da başka bir şey olur. Belki bir okuyan bile olur en sonunda.

14 Şubat 2011 Pazartesi

Silikonda Kampanya

İzmir’den İstanbul’a doğru yola çıktığım sırada kentin her yanı sevgililer gününe dair sözümona özendirici konser tanıtımları ile doluydu. Malumunuz bugün sevgililer günü, Yani Aziz Valentin Günü. Toprağı bol olsun aziz olmasından beş yüzyıl sonra Vatikan’daki papalardan birinin…

Vladimir’in iç seslerinden biri: ” Lafa bak Papa elbette Vatikan’da olacak”

Vladimir’in iç seslerinden diğeri: “İşten kaytarıyordur belki, ne biliyon?”

Vladimir’in ta kendisi: ”Sinir oluyorum böyle laf ortasına edilen muhabbetten. Ne diyeceğimi unutuyorum ya. Az bi susun lan Daatırım!!!”

Diyeceğim o ki bu Aziz Valentin artık aziz değil. Artık sıradan ölünün biri. Papa onun azizliğini kaldırmış. Bizdeki bildiğin cadde, sokak, park, bahçe, çıkmaz sokak isimlerinin kafalar bozuldukça darmadağın edilmesi gibi yani. Adam aziz değil ama cümle gavur yavuklu her yıl bugün gelip de Şubat ayının ondördü olduğunda birbirlerine kartpostal, çikolata, şekerleme gönderme adedine kaptırınce kendilerini bu ticari uygulamaya bizim işadamları da özenmiş. Karpostal, şekerleme değiştokuşu almış yürümüş. Türk yavuklularının dünyada olan biten bilimum lüzumlu çılgınlıktan geri kalması asla düşünülemeyeceği için biz işin şaşaasının suyunu çıkartmışız elbette.

İzmir’deki sevgililer ayın 12 sinde sevgililer gününü kutlasın isteniyordu gördüğüm koca koca ilanlarda. Sabredemedik iki gün erkene aldık demek ki bu derin anlamlar barındıran günü nasıl kutlaması isteniyordu İzmir’li gönül dostlarının bu özel günü? Bir alay popçu dallama eşliğinde eller havaya şeklinde. Oldu mu? Dallama dinlemeye katlanamayanlara irice bir alternatif: Şimdinin arabesque kraliçesi Işın Karaca resitali. Bu hanımefendinin üç şarkısını üst üste dinlersem asabileşiyorum ben bir keresinde Sezen Aksu konserini işgal edip aradarda beş şarkı söylemesine katlanmıştım. Yaşadığım en can sıkıcı deneyimlerden biriydi. Kelimelere sığmaz. Sevgililer Gününün ortalık yerine bağıtan bir Işın Karaca. Yok kalsın.

İzmir şöyle dursun bir kenarda.

Dün 4. Levent Metro merdivenlerinden havalara baka baka iniyorum, tepedeki ilanlardan birine ilişti gözüm (ikisi birden). Kalakaldım diyemem. Merdivenler yürüdükçe bende ilerliyordum ilerlemesine ama gözlerim reklama sabitlendiği için boynum tehlikeli biçimde gerisin geriye kaykıldı o şaşkınlıkla. Reklam diyordu ki; “Sevgiliye tektaş yerine silikon”.

Bu reklamı hazırlayanlar türk erkeğini biliyor olamaz. Adam terk ettiği sevgilinin elinden tektaşını söküp alıyor üzerine de bir alay rezalet çıkartıyor. Ne emellerle aldığı, soğuk kış gecelerine dair türlü ısınma hayali kurduğu silikonları eski sevgilide bırakıp da onları başka bir erkeğin fantezilerine terk edecek göz yok benim bildiğim türk erkeğinde. (Ben dahil). Kıskancız ya, öyle böyle değil hani. “Hah” dedim “Bu kampanya olmaz arkadaş”.

Bir tespit: Korkarım ki ikibinli yıllar, kadının da erkeğin de

kendilerine dair görsel eğilimlerinde doğallıkları ile anımsandığı yıllar olmayacak.

Cak, cak, cak, cak, cak..... !!!!

"Hakikaten de demişti" dersiniz

Kanzuk

Çocukluğumuzda boğaz ağrısı çektiğimizde aldığımız ilaçların yanında bir de ağrımızı hafifletmek için iki tür pastil vardı. Birisi nepanthene diğeri Kanzuk. Ben kanzukları çok severdim. Sarı metal bir kutuda satılırdı üzerinde: pastil, müsekkin, antiseptik yazardı. Minicik lokuma benzerlerdi. İçi yeşil bir jelibon gibiydi, dışı bildiğimizden daha minik türde toz şekerle kaplıydı. Dışında hoş bir tad varken ağızda dolaştırılıp emildikçe içi bölmedeki ferahlatıcı mentollü lezzet ağzıda dağılırdı. Şahane bir tadı yoktu, alternatifi olan ilaç da hiç lezzeti olmayan bir pastil olunca Kanzuk'a dadanmamak mümkün değildi. Ben tiryakisi değildim ama hasta olmadığım zamanlarda hasta numarası yapıp annemi kandırarak bir iki tane şekerleme yutmanın hesaplarını yapardım. Yutmazdı numaramı sanırım ama fazla kafasını ütülemeyeyim diye olsa gerek arada bir tane çıkarır verirdi.

Kutuların içindekiler bittiğinde bunlarla oynardık. Salaklık işte. Ben bunların içine değerli eşyalarımı koyardım. Resimdeki seneler seneler sonra annemin evindeki çekmecelerden bir tanesinden çıktı. Yıllardır unuttuğum bu kutuyu görür görmez içindekileri anımsadım. Mıknatıslarımı bunun içinde saklardım. İrili ufaklı bir sürü mıknatıs. Oynanmaktan bozulmuş yarış arabalarım çöpe atılmadan önce onları söker içlerinden motorlarını çıkarırdım. Motorları da açar içindeki mıknatısları söküp alırdım. Mıknatıs sahibi olmak benim çocukluğumda erkek çocuklar arasında çok ciddiye alınan bir işti. Ne kadar mıknatısınız varsa okulda da o kadar yüksek prestijiniz olurdu. O yaşta prestij? Hoş kelime değil mi?

Mıknatıslarımı depoladığım kanzuk kutusunu açınca içinde minik minik farklı ebatlarda mıknatıs çıktı. Bir de kolye olacaktı içinde ucunda iki iç içe geçmiş halka hızla çevirince birbirini öpen iki sevgili. Evet o da işte orada. Böyle mıknatıs kutularının içinden çıkan kolyelerin elbette öyküleri de vardır değil mi? Bununkinin de var merak etmeyin.



Ve... Aziz Valentin gününüz kutlu, mutlu olsun. Nur içinde yatsın, toprağı bol olsun.

13 Şubat 2011 Pazar

Demek Doğruymuş

Çok eskiden kafama yazdığım bir bilgi var. İlk olarak anneannemden duymuştum. Okuldur, işti, güçtür derken bu zamana kadar test etmemiştim. Rahmetli anneannem derdi ki;

"Kavak ağaçları yapraklarını üstten dökmeye başlarsa o sene kış soğuk geçer. Ama ne zamanki önce gövdeden döker en üstteki yapraklar uzun süre kalır. O sene kış pek soğuk geçmez"

Kasım ayının sonlarında Haydarpaşa tren istasyonundan trene bindim. İstasyından hareket eder etmez, akşamüstü güneşinde kavak ağaçları çıktı karşıma. Yaprakları dökülmüş, sadece en tepelerinde rüzgarda sallana yapraklar. Bu sene kış o kadar soğuk olmayacak galiba dedim.

Bu ğratik bilgileri duydukça bir kenara yazmak lazımmış galiba. Geçmiş olsun.

12 Şubat 2011 Cumartesi

Hiç Yolunun Yolcuları

Hiç için savaşlarımız, hiç için kazançlarımız. Hiç uğruna bir alay rövanşımız ve birilerinin burnunu sürttüğünü görebilmek için telaşımız. Hiç uğruna yaşayıp hiç uğruna ölüyoruz. Mekanımız bir hiçlikler ülkesi. İşte o ülkede bazen memnun mesut olduğumuzu zannederek kısa menzilli hayallere dalarak o hayallerden kendimize bir pay çıkarmaya çalışıyoruz. Farkında değiliz ama, hiç uğruna hiç yoluna gidiyoruz. Sonra ne yapsan kabahat. Azarlanır olmayı o denli kanıksamış ki insanlar. azarlayan olmaya mecali kalmamış kimsenin.

Alın işte gerçekleşme olasılığı yüksek olduğu kadar hayli hayasız hayal:

Gün gelsin, birilerinin cebi yedi ceddine yetecek kadar, yedi sülalesini tıksırtacak kadar para ile dolsun. O kadar zengin olsunlar ki hep beraber otursalar kimsenin sayamayacağı büyüklükte bir talana eş değer olsun. O kadar zengin olsunlar ki, hayatı zindan etsinler bize, biz hep hiç olalım, hiç kalalım.

Bugün bir yazı gördüm... Okudum ya, işte benim halim bugün aynen yukarıdaki gibidir.

Değişen Bir Şey Yok: Hep Aynı

Bildiğin kapitalizm işte. altta isen canın çıkacak, ya da sınıf atlayacaksın.

11 Şubat 2011 Cuma

Kötülük

Kötülük nedir diye düşündüm geçen gün. Çünkü bir daha hiç kimseye iyilik yapmama kararı almıştım. Yapmak istemediğim şeyin zıddı nedir diye kafa patlatmak istedim.

Adam öldürmek, çalmak, tecavüz etmek, birisini yaralamak, birisini sakatlamak bunlar kasıtlı olduğunda kötülük. Kasıt olmasa da kötülük. İstemeden çalmayacağına göre benim ki de laf işte.

Üçüncü sayfa haberlerinde duyduğumuz, insanların birbirinin hayatını karartacak eylemlere kalkışması kötülük.

Kötülük olması için eylem olması şart değil, bence eylemsiz de kötülükler var, hem de en büyük kötülükler eylemsiz kalarak yapılıyor. Gördüğün bir olaya gözlerini kapatmak. Sanki olmuyormuş gibi davranmak öesela. Birisinin kötü muameleye maruz kaldığını bile bile duruma sessiz kalmak, ne mağdur insana yardım etmek, teselli etmek ne de ona bir çıkış yolu bulmakta yardımcı olmayıp eylemsiz kalmak. Bunu yapabilecek kapasitedeyken kılını kıpırdatmamak. Düpediz suç ortağı olmak bu. Büyük bir suçtan mağdur olmuş insan ile ilgili gidip güvenlik güçlerine haber vermemek kötülük. Biliyorsunuz koskoca bir şehir suçu şehrin yüzelli kadar önde geleni küçücük kız çocuklarına tecavüz edildiğini bile bile. Sonra da olayı açığa çıkardığı için medya suçlandı. Düşünebiliyor musunuz? Büyük bir bölümü hiç bir konuda suya sabuna dokunmayarak halkı afyonlayan gazeteler suçlandı. Gazetelerin sayısı ile 77 milyon insandan oluşan nüfusu saymıyorum bile. Nüfusun yüzde kaçı kadar gazete basılıyor günlük? Haber vermemek kötülük olabilir mi? Neyse oralara kadar uzanmayalım.

Vergisini ödememek kötülük, diğer insanlar son kuruşuna kadar vergisini öderken adamın tekinin vergi kaçırması, kendi yükünü başkasının sırtına yüklemesi kötülük.

Yalan söylemek kötülük, yalancı şahitlik yapıp yargıyı yanıltmak kötülük.

Başkasının kötülüğünü istemek onun için büyüler yaptırmak kötülük.

Asılsız dedikodu çıkarmak, dedikoduyu yaymak, iftira etmek kötülük.

Kayıtsız kalmak kötülük. Umursamamak kötülük. Vallahi de kötülük.

Deprem bölgesinde suyu on katı yirmi katı gfiyatla satmak kötülük. Deprem bölgesinde sağlam insanları kaçırıp organ mafyasının eline teslim etmek de kötülük.

Trafik kazası geçirmiş adama yardım ediyor gibi sokulup cebinden cüzdanını çalmak kötülük.

Başkası hakkında yalan bilgi vermek kötülük. Başkası hakkında yanlış düşünen bir kişiye yanıldığını söylemeyip suskun kalmak da kötülük. Onun dediklerine çanak tutum ha babam kafa sallamak daha da büyük kötülük.

Bir iş yerinde bir başkası terfi etmesin diye onunla uğraşmak kötülük. Sadece kıskandığı için insanların önünü kesmek kötülük. Bir iş yerinde sırf tanıdık torpili ile girmek kötülük. Bir işyerinde kurallar belirleyip o kuralları canının istemediğine uygulamamak kötülük. Bir işyerinde torpili olanı terfi ettirip daha verimli olabilecek başka birini yerinde saydırtmak da kötülük.

Trafik kazası yapıp ortada nasılsa şahit yok diye çarpıp kaçmak kötülük. Arabasının içi kan ile kirlenmesin diye yaralıyı sokakta bırakır vaziyette gazlamak kötülük.

Başkasının durumu kötüye gitsin diye çaba sarfetmek kötülük.

Komşusuna yardım edebilecekken etmemek kötülük.

Çok sevimli gecekondular bile kötülük. Sen bir ev sahibi olabilmek için yıllarca didineceksin adam cümbür cemaat gelecek senin yıllardır dişinden tırnağından arttırıp ev almak için didindiğin ömrünü çürüttüğün şehre senin bir ömürde sahip olamadığını bir gecede dikecek. Sonra acıklı yoksul edebiyatı. Oy uğruna tapusu verilecek adama. Adam derme çatma görünen evini kat karşılığı müteahite verecek. Sen bir ev sahibi olamadan adam olacak birden fazla apartman dairesi sahibi.

Başkasının hakkını çalmak kötülük. Kendinin olmayanı başkasına vermek kötülük.

Satılık adam olmak kötülük. Onursuz olmak. Korkmak kötülük.

Karışık iş şu kötülük vesselam. O kadar kötü kalpli olmaya herek yok birilerinin hayatını karartmak için. Bir saniyenin kısa bir bölümünde izi ömür boyu kalacak bir kötülük yapmak mümkün o kişiye. Nasıl mı? Sadece suskun kalarak, sadece ilgisiz görünerek, sadece meselelere müdahale etmeyip akışına bırakarak.

Siz hiç kötülük yaptınız mı? Siz hiç farketmeden birisine kötülük yapmış olabilir misiniz? Sahi siz ne kadar kötüsünüz? Hiç düşündünüz mü?

Bana bir daha iyilik yapmama kararı aldırtan sebeplerim var. Öte yandan kimseye kötülük yapmışlığım yok. Belki de ben kötü biriyimdir bilmem, hatırlamıyorum işte. Kim ben kötülük yaptım diye ortada geziniyor ki. Hiç kötüyüm diyenini duymadığım gibi ülkemizdeki nüfusun yüzde yüzünden fazlasının kendilerine soracak olsanız iyilik timsali ve her yönleri ile tepeden tırnağa örnek insan olduklarını ispatlamaya kalkışarak içinizi dışınızı baymaktan geri kalmayacaklardır. Peki her kes iyilik perisi ise bu kötülükler ve kokuşmuşluk nereden geliyor? Yukarıda yazdığım minik kötülükler kötülük sayılmıyor bir kere. Onlar


Bir kaç kere susmuşluğum, bir kaç sineye çekmişliğim, bir kaç defa da boğazıma kadar gelmesine rağmen yutkunmuşluğuö var. Ama yine de onların bedelini ben ödedim sonunda. Öte yandan sıklıkla başıma geleceği bile bile doğrucu davutluk etmişliğim, şimşekleri üstüme çekmişliğim var. Bir daha iyilik yapmamaya karar verdirten olayları anlatırım belki bir ara. İyilik yapmama kararımın arkasındayım, ama bundan sonra da kötülük yapmamaya devam etmekte kararlıyım.

Kahrolsun Kötülük!!

10 Şubat 2011 Perşembe

Kedi İnadı

Kediler alışkanlıkları olan ve alışkanlıklarını kolay terketmeyen hayvanlar. Onların ritüellere olan tutkusunun benzerine sahip olan birinsan tanımadım bu güne kadar.

Benim kedilerin evde özel bir mama kabı var bir kez doldurdunuz mu günlerce kuru mama sıkıntısı çekilmiyor. Benim açımdan da gayet mantıklı. Ama gelin görün ki mantık kediye işlemiyor. Beyaz kedim sabah uykudankalkar kalkmaz mutlaka mam kabuna dökülen kuru mama tıkırtısı sesi duymak istiyor. Ben o sesi üretinceye kadar da evin içinde miyavlaya miyavlaya, yani yana yakıla yakınma turları. Adeta ağıt düzüyor. Onun bu haline kayıtsız kalmak mümkün değil, iki üç adet bile kuru mama düşse plastik bir kabın içinde keyfinden yerlerde yuvarlanmaya başlıyor. Bunu yapınca o günlük kedi ile ilgili işimiz de bitiyor. Hayvan doğru kuşluk vakti uykusuna çekiliyor. Kahvaltıdan sonra kuru mama tıkırtısı duymazsa gözüne uyku girmiyor gündüzleri. Gördünüz mü şımarığı.

Sokakta yürüyordum her gün önünden geötiğim bir evin bahçesinde yağmurlardan sonra bir çöküntü olmuş. Bu seferki sokak kedisi değildi tasması vardı çünkü. Her gün o saatlerde belliki orada geçiyor. Yine geçmek isterken tesadüf ben de oradaydım. Duvardan atladı. Akan suyu gördü ve tökezledi. Doğru suya havada takla atıp yıkıntının kenarına tutundu. Benim izlediğimi görünce profilden poz verdi. Yakalamışım pozu dudurmuyum. Hem düşmekten kurtuluşunu hem de yan duruşunu çektim. Kedi inadı tabi, ne yaptı ne etti ıslanmadan o suyun üzerinden her zamanki yolundan geçti gitti.

Fotoğraf: Alışkanlıkları Olan Kedi - D.M.

9 Şubat 2011 Çarşamba

Bütün Düşler Nazlı'dır

Huzur Apartmanının önüne ulaştığımda her yanım karla kaplanmıştı. Merdivenlerine serilmiş kırmızı halılarıyla, konuttan çok bir Uzak Doğu oteline benzeyen apartmana girerken una bulanmış bir hamsi hissettim kendimi.

Asansöre binip en üst kata çıktım.

Kapının ziline basarken, saatim tam onikiyi gösteriyordu.

Kapı açılır açılmaz alev rengi saçlar hoş bir parfüm kokusuyla birlikte dalga dalga merdiven boşluğuna yayıldı. Türk edebiyatının düş ustası Nazlı Eray, televizyon programlarından bildiğim ışıl ışıl gülümseyişi ile karşımda duruyordu işte.

Birlikte salona geçtik.

Benim gibi düzenli birisi için başdöndürücü bir karışıklığı vardı salonun. Duvarları boydan boya kaplayan kitaplıklar, binlerce kitap ve video kasetiyle doluydu. Masa ve sehpaların, hatta koltukların üzerlerine bile dergiler, açık kitaplar, gazete kesikleri yığılmıştı.

Kanepede duran kitapları iteleyip oturmam için bana yer açtıktan sonra, kendisi de televizyonun karşısına yerleştirilmiş deri koltuğa oturdu. Aramızdaki sehpaya konmuş bir gümüş çerçeveden Marilyn Monroe hınzır hınzır gülümsüyordu bana. Onun İlbank bloklarındaki çalışma evinde özel bir Marilyn odası bile olduğunu duyduğumdan baş köşedeki bu resime fazla şaşırmadım.

Çantamdan çıkardığım "Her gün perşembe olsa"yı uzattım ona. Teşekkür ederek aldı. Merakla sayfalarını karıştırmaya başladı. Kitabın, ilk dostum anneanneme adanmış olması, birbirimize çabucak yakınlaşmamızı sağlayan ortak noktalarımızdan yalnızca biriydi.

Bir süre garip bir tutkuyla bağlı olduğumuz Ankara'dan konuştuk. Yaşamlarımıza sokak sokak sokularak, bir tür bağımlılık yaratmıştı. İkimiz için de çok derin anlamlar taşıyordu bu kent.

Annesi, babası, kardeşi, bütün ailesi İstanbul'da yaşıyordu. İlk, orta ve lise eğitimini de yine orada tamamlamıştı. Sonra ani bir kararla, üstelik Hukuk Fakültesini de yarım bırakarak anneannesinin yanına gelip Ankara'ya yerleşmesinin nedenini merak ediyordum. Sanki kırk yıllık dostmuşuz gibi koyulaşan sohbetten cesaret alıp sordum,

"İstanbul'dan neden ayrıldınız?"

"İlk aşk" dedi. "İlk düş kırıklığı. Anlatmamı ister misin?"

"Sizi üzmeyecekse dinlemek isterim"

"O zamanlar çok etkilemişti beni. Yıllar geçti üzerinden. Artık üzmez."

Bir sigara yakıp anlatmaya başladı.

Ege!ymiş adı......


* * * * *

Bilkent Konser Salonundan çıkıp arabaya bindik.

Usul usul kar atıştırıyordu. Kulaklarımızda Hector Berlioz'un Fantastik Senfonisi ile hiç konuşmadan kente doğru ilerlemeye koyulduk.

"Bundan sonra ne yazmayı düşünüyorsun?" diyerek sessizliği bozdu.

"Yine yeni öyküler var tezgahta. Ama henüz benimle dolaşan, demlenme aşamasındaki bu öyküler ne zaman kağıda dökülürler bilemem" dedim.

"Bu arada farklı bir tür deneyip renkli, şaşırtıcı bir yaşam öyküsü yazmaya ne dersin?" diye sordu ansızın.

Anlamıştım.

Hızla gaza bastım yanıt yerine.

Önümde uzun, sorumluluk ve sabır isteyen, hem çok zor, hem de çok keyifli bir yol olduğunu biliyordum. Coşkuyla biraz daha yüklendim gaz pedalına.

Bizim beyaz Renault Spring, üstü açık toz pembe bir Cadillac Coupe'a dönüşüp gökyüzüne doğru kanatlandı.

Geceyi yırtarak birlikte anıların içine daldık.

23 Ocak 1995 - 30 Ocak 1998




1998 - Can Yayınları


Meraklısına Linkler:

Uçurtma Bayramları

Ölümsüz özgür çocukluğuna
Yeniden yol ver
Haydi koş haydi gel

Fotoğraf: Paul Russell
Söz & Müzik: Sezen Aksu,
Söyleyen: Hem kendisi, hem Levent Yüksel

8 Şubat 2011 Salı

Nazlı Eray, Yeniden

Nazlı Eray ile bir okur olarak tanışmam edebiyat öğretmenimizin biz öğrencilerine türk yazarlarını sevdirme çalışmaların sayesinde oldu. Ah Bayım Ah'ı okumak inanılmaz bir deneyimdi benim için. O güne kadar okuduğum diğer türk yazarlarına hiç mi hiç benzemiyordu. Sayfaları çevirdikçe gözlerimin önünden dizginlerinden boşanmışçasına akan hayal gücüne o zamanki aklımla hayran kalmıştım. Kitabın içindeki dünyanın kurucusu olarak o dünyayı canının istediği gibi eğip bükmesi aklımı başımdan almıştı.

Üniversite sonrasında yeniden keşfettim, o güne dek yayınlanmış nesi var nesi yoksa okudum. Kız Öpme Kuyruğu, Pasifik Günleri, Eski Gece Parçaları, Orphee, Geceyi Tanıdım kitaplarını Cağaloğlu'nda bir yayınevinde bulunca ne kadar mutlu olduğumu hatırlıyorum. Bir çırpıda okudum bunları. Seneler sonra dönüp tekrar okuduğumda ilk okuduğum zamankine benzer haz aldığım ender kitaplardan oldular. Daha sonraları; Uyku İstasyonu, Arzu Sapağında İnecek Var, Aşk Artık Burada Oturmuyor, Ay Falcısı, Kuş Kafesindeki Tenor, Düş İşleri Bülteni, Örümceğin Kitabı, Aşkı Giyinen Adam, Aşık Papağan Barı, Yıldızlar Mektup Yazar okuduğumu anımsadığım kitapları. 2000'li yıllarda biraz ihmal ettim onu okumayı bir kaç kitabını satın alsam da araya sürekli başka kitapları koyduğum için okuyamadım. Öykülerinden Fantastik Sebfoni'deki yazarın eleştirmenler ile ölümcül ilişkisini hatırlarım zaman zaman, ne onlarla ne de onlarsız olabilen bir yazarı anlatır.

Nazlı Eray'ın sınır tanımayan anlatımını seviyorum, gerçekleşmesi imkansız olayları sıradan, basit bir hadiseymişcesine anlatıp, inanılır kılmakla imkansızı başarıyor. Oysa gülünüp gayri ciddi bulunmak gibi bir riski taşıyor içinde. Samimi bir anlatımı var. Okuyucusu için seçtiği kelimeler hiç seçilmiş gibi durmuyor sanki bir çırpıda anlatırmış gibi, zahmetsizce yazılmış gibi. Kitapları mucizeler ve tesadüfler ile dolu oysa.

Geçtiğimiz günlerde yaşamından kesitleri aktardığı kitabı bir kitapçı dükkanında okumaya başladım: Tozlu Altın Kafes. O gün Yeşil Peri Gecesi'ni okumaya başlamıştım. Kitapta çay bahçesinde geçen tanışma bölümünü bitirdikten sonra biraz hava almak için dolaşmaya çıkmıştım. Sayfaları şöyle bir çevirince karşıma çıkan ilk sayfa orta yaşı geçmiş bir kadın hayranı ile bir çay bahçesinde karşılaşmasını anlatıyordu. Kitabımın sayfalarını bir çay bahçesinde kapatıp sonra başka bir kitabın sayfalarını açınca karşıma yeni bir çay bahçsi çıkmıştı, iyi mi?Kadın, Ege'yi hatırlamak üzerine aralarında bir konuşma başlatınca, yazar hem onunla konuşuyor hem de hatırladıkları üzerine bir iç konuşmaya girişiyordu. Çok zekice kurgulanmış bir bölümden başlamıştım okumaya. Nazlı Eray iki farklı yaştaki kendisini bir araya getiriyor, bunu, çaktırmadan yapıyordu. Onu okumaya alışık olmayan birisi kolaylıkla bunu bir okur ve sevdiği yazarın konuşması olarak algılayabilirdi. Nazlı Eray'ın kitapları okurken kendinizi ne kadar verdiğinize göre size bir şeyler verir. O kısacık okumadan sonra kitabı satın aldım ve bir solukta bitirdim. Ardından da seneler önce Nazlı Eray için yazılmış, kitaplığımın bir köşesinde unuttuğun bir başka kitabı yeniden okudum. Şimdi de okumayı ihmal ettiğim kitapları sırada.
;



Fotoğrafı Kurcalayan - D.M.

Adını Bilmediğim Ağaç

Practice beni mimlemiş, ağaç olsan hangi ağaç olurdun diye soruyor.

Ben ağaçları severim ama isimlerini pek bilmem, meyve ağacı ise, meyve verdiği zaman ne ağacı olduğunu bilirim. Bir de kavak ağacını, selviyi bilirim ama onlar hüzünlü ağaçlar. Çınar ağacını bilirim az çok ama bazen de emin olamam, çınar mıd eğil mi bilemem. Kestane ağaçlarını bilirim, tabi o da dikenli dikenli kestanelendiğinde. Cinsini bilmiyorum ama ben illaki şu resimdeki ağaç olmak isterdim. Resimde çok ağaç var hangisi diye soran olursa en ortadaki, en kocamanı derdim.


Bir ağaç. olsam, etrafımda çiçekler olsa - belli ki bir park işte - çiçekler arasında, karşımda boğaz manzarası. Dallarımın altında bir masa, bir de sandalye.

İşte o zaman şunları derdim:

Ben Hidiv Kasrı'nın orta yerindeki parkın içindeki kocaman ağaç. Ne çok yazlar, kışlar, baharlar geçirdim burada bilemezsiniz. Zamanın hızlı geçtiğini söylüyor parkta gezen ziyaretçiler kendi aralarında. Bunu derken birbirlerine bilmiş bilmiş bakıyorlar. Oysa bilmiyorlar burada zaman ne kadar yavaş geçiyor.

Ben Hidiv Kasrı'nın yüzlerce ağacından biri, isimsiz olanı. Birisi gelsin, otursun gölgemde, derin düşüncelere dalsın isterdim. Sonra dayanamasın, başlasın düşündüklerini yazmaya isterdim. Uzun zaman sonra bir kitap sever gelsin aynı yerde otursun ve seneler önce oradan geçen yazarın dallarımın altında yazdığı kitabı okusun isterdim. Yazarın benim gölgemde kaleme aldığı yere geldiğinde başını okuduklarından kaldırıp derin bir nefes çekip etrafına bakmasını isterdim.

Derin bir nefes, serin boğaz havası, kuş sesleri. Başını kaldırıp derin nefes çektiğinde ve etrafında olan biten dinginliğin farkına vardığında, yazan da, okuyan da "hayat ne düzel" diye düşünsün isterdim Tıpkı benim gibi, adı belli olmayan ağaç gibi.

Çok mu şey mi istemek olurdu bunlara özenseydim?. Son isteğimdi diye düşünün, belki gerçekleşir dileklerim o zaman.

İşte ağaç olsam olsam bu ağaç olurdum.

Bu mimi kimseye göndermiyorum, ama içinden bu konuyu yazmayı geçiren herkesi davet ediyorum yazmaya. Bir ağaç olsanız, hangi ağaç olmak isterdiniz?

7 Şubat 2011 Pazartesi

Konuşan Kafalar

Aptal kutusu diyorum televizyona, fazlası zarar. Aptallaştırıyor adamı. Ülkemizde televizyonculuk diye bir şey yok. Çünkü herhangi bir konuda planlama yapan bir tane TV kanalı yok. Ülkemizde planlama yapan bir kurum kuruluş varsa onu bilemem, bana denk gelmedi. Böylesine plansızlık ve projesizliği ilke edinmiş bir ülkede TV kanallarında plan, program ve ilke görmeyi beklemek abes ile haşır neşir olmak olur. Öyle olmaktansa oturur iki blog bakarım daha evla. Patates bu sene iyi sattı mantığı ile ertesi sene cümlesi papates yetiştiren köylüden hiç farkları yok TV kanallarının. Biri çok izlenen bir program mı yaptı; hurrra, hepsi peşinden. Kılavuzu karga olanın sonunu bilirsiniz. Burnu boktan kurtulmazz böylelerinin.

Program dediğin saatinde başlar saatinde biter. Vaktinde başlayan program yok bir kere. Eh nerden baksan yirmi yıldan fazla oldu özel kanallar çıkalı. Yirmi yılda gelinen nokta: Ne zaman başlayıp ne zaman biteceği belli olmayan programlar. Özet adı altında bir saate yakın gösterilen diziler. Bu plansızlık seyirciye şunu demek: "Siz aptalsınız, biz önünüze ne koysak izleyeceksiniz. Neyi izlemek istediğinizi bile bilemezsiniz siz". Bunun aksi olduğunu söylemeyin bana. Seyirciye saygı yoksa, seyirci adam yerine konmuyorsa mesaj aynıyle bu demektir.

Saçma sapan yarışma programları var, yabancı kanallarda orijinallerini yıllardır izliyoruz. Yarışma programlarının süresi 20 dakikadan başlar ve 1 saati geçmez. Bizimkiler dandik bir kutuyu açıncaya, bir kapağı kaldırıncaya kadar geçiyor o yirmi dakika. Kalitesiz yayınlar üretmek yayıncılık değil, televizyonculuk değil. Kısa sürede yapılabilecek bir işi üç saate yaymak marifet değil. Amaç geceyi doldurmaksa eğer. aferin size doğru yoldasınız. Ama amaç televizyonculuk yapmaksa kıyısından geçmiyorsunuz. Arap kanalları sizden başarılı.

Haberlere bakmak ise akıllı işi değil, haber bültenleri kamera şakası döndü çoktan. Haberde olması gülünç kaçan hadiseler geçidi var bu şaka programlarında, ya da salya sümük ağladı ağlayacak ses tonlarında debelenen ankırmenler var. Sonra ankırmenlerin jokey pozisyonunda göründüğü kasetler var. Ama onlardan bahsetmiyoruz şarkıcıların seks skandalları çıktı, ankırmenlerin çıkmış çokmu?

Bir kaç zamandır türk kanallarında tartışma programlarını izliyorum. Şöyle izliyorum. Sesi kapatıyorum, öyle bakıyorum kıpırdana kellelere. Tavsiye ederim en azından beş dakika sesi kapatıp izleyin kimin ne mal olduğu, kimin diyecek lafı olduğu kimin boş konuştuğunu sesi kapanmış TV ekranına bakarak anlıyorusunuz. Bir süre öyle bakıp programın izlemeye değip değmeyeceğine böyle karar verin. Saatlerce bir şey duyacağınızı zannederek boş geyiklere kulak vermekten daha iyi.

Bir de sesi kapanmış TV ekranında konuşan kafalara bakarak o anda konuşmakta olan kimsenin karakterini cukkkadanak okumanız mümkün. Atışlarınız yüzde yüz isabetli oluyor. Denemesi bedava.

6 Şubat 2011 Pazar

Yalancı Şahit

Yirmili yaşlarının sonlarındaydı kadın. Suskun insan kalabalığı ile beraber koridorda bekliyordu. Şanslıydı oturabilecek bir yer bulmuştu. Dudakları biraz sonra söyleyeceklerinin provasını yapar gibi sessizce açılıp kapanıyordu. Beraber beklediği kadın ve üç adam kıza arada telaşla fısıldayarak bir şeyler hatırlatıyorlardı.

Kadın beyaz tenli, siyah uzun saçlıydı, önceleri sakin oturuken zaman geçtikçe siyah çizmeli ayakları asabi biçimde hareketlenmeye başlamıştı. Çizmelerinin tabanı eskiydi, topuğunun arka kısmı yürümekten aşınmıştı. Ayağa kalktığında gri pardösüsünün arkasında hafif ibir sökülme gözüküyordu. Kız beyaz tenliydi ama belli ki havasızlıktan, biraz sararmaya başlamıştı.

Tekrar oturduğunda koridorda bekleyenleri tek tek incelemeye başladı kadın. O sırada beraber beklediği kadın kulağına bir şey fısıldadı. O andan itibaren gözleri koridorda dolaşmasına devam etti ama sanık olduğunu öğrendiği kişilere geldiğinde onlara atlayıp, diğer insanların yüzüne bakmaya başladı. Artık ayaklarının sarsılarak titrediğini kendisi de farketmişti. Avuçları terliyordu.

Mahkeme kapısı açıldı. Önce müştekinin, sonra sanıkların adı okundu. Kadının beraber beklediği ellili yaşlardaki kadın ile oğlu olan müşteki beraber salona geçerken kendi avukatları, sanıklar ve sanıkların avukatı da katıldı onlara. Kapı üzerlerinden kapanınca telaşı iyice arttı kızın. "Şimdi çıkıp gitsem" diye düşündü.

Kapı açıldı, mübaşir "tanık.." diye seslendi ve ardından kendi ismini okudu. Çıkıp gitmekte geç kalmıştı istemeye istemeye mahkeme salonundan içeriye girdi.

İçerisi dar bir oda gibiydi. Yüksekçe bir kürsüde korkutucu görünümlü, cübbeli, orta yaşlı bir adam oturuyordu. Hakim dedikleri bu olmalıydı. İsmini sordu ona. Sesini kontrol edemedi, yarı çatlak bir sesle adını söyledi. İçeride Hakimin önündeki bir masada denilen her şeyi yazan bir kız vardı. Hakimin sağ tarafında müştekinin avukatı ayakta duruyordu. Onunla göz göze gelince içi biraz sakinledi kadının. İki gün önce bürosunda ne diyeceğini o adam iyice öğretmişti.

Tanıklık edeceği bölmede ayakta yüzü hakime dönük duruyordu. Arkasında müşteki ve iki sanık oturmuş vaziyette bekliyor, hakimin sol tarafında sanıkların avukatı duruyordu. Avukatla gözgöze gelmekten kaçındı.

Hakim: "Doğruyu söyleyeceğine namusun ve vicdanın üzerine yemin et" diyerek ayağa kalktı.

Bu sözle birlikte salonda bekleyen herkes, avukatlar, sanıklar, duruşmayı izleyenler aniden ayağa kalktı. Namusu ve vicdanı üzerine yemin edeceğini kimse söylememişti ona. Yani bu yemini edip de sahit olmadığı olayı anlatırsa namussuz ve vicdansız mı olacaktı? Ya inandığı kişiler ona yalan söyledilerse. Yemin ederken kadının dizleri titremeye başladı.

Yeminden sonra hakimin sorularına göre anlatmaya başladı. İlk bir kaç cümleden sonra açılmıştı. Aynı avukatın söylediği gibi konuşmuştu. Ne olduysa sözlerini bitirdikten sonra oldu. Hakim sanıklara söz verdi: Sözü alan adam yüksek sesle "Bu hanımefendinin olay günü orada değildi" dedi, "Çünkü elimizde kamera kayıtları var" dedi.

Kimse kadına kamera kayıtlarından söz etmemişti. Ağzı kurudu. Elleri zaten en başından beri terliyordu.

Sanığın avukatı "Hakim Bey yanınıza gelebilirmiyim?" diyerek izin istedi. Hakime yaklaşırken elinde koskocaman bir rulo vardı. Rulo açıldı koskocaman bir fotoğraf oldu. Avukat ile hakim fısıldaştılar.

Avukat: "Tanık az önce bir buçuk yıl önce olduğuna şahitlik ettiği bir olayı son derece teferruatlı biçimde bizlerle paylaştı. Simdi soracağım soruya yanıt vermekte güçlük çekmeyecektir" dedi. Hakim "Yaklaş kızım" dedi.

Kadın kürsüye yaklaştı. Yarım saniye sürmeyecek yürüyüş dakikalar gibi gelmişti. Resmi o zaman yakından gördü. Olay yerini, olay anını gösteren bir kamera kaydından alınmıştı. Köşede tarihi ve saati yazılıydı. Az önce saniyesine kadar söylediği olay anının resmini karşısında görünce titremesi arttı kadının.

Avukat sordu: "Hafızanızdan ötürü tebrik ediyorum sizi" dedi. "Şimdi bize söyleyin bakalım olay anını gösteren bu resimde, orada bekleyenlerden hangisi sizsiniz?"dedi. Kız resme bir an baktı.. Orada olmadığını biliyordu zaten. O baktığı bir an bile lehine şahitlik yaptığı adamın ona en başından beri yalan söylediğini anlamasına yetmişti. "İnsanlar ne kadar kötü" diye düşündü. Yaptığı eylemin de iki insana kötülük yapmak olduğunun farkına varmamış ama bu duruma düşürülmesini kötülük olarak düşünmeye başlamıştı. "N'apacaksın şimdi yandın, hakime yalan söylerken yakalandın" diye içinden tekrar ediyordu.

"Cevap ve kızım" dedi hakim.

Kadın ağzını güçlükle açarak "Hatırlamıyorum hangisi benim?" dedi.

Avukat "teşekkür ediyorum Hakim Bey" dedi.

Bu şahıs için "Yalancı şahitlik etmekten, yargıyı aldatmaktan dolayı suç duyurusunda bulunacağız" dedi.

Kız arkasını dönerek kaçamak bir bakış attı önce müştekiye, sonra annesine.

"Kamera kaydını biliyor muydunuz?" diye sordu.

Hakim sinirlendi. "Aranızda konuşmayın" diye öfke ile bağırdı. "Sen de kızım çık dışarı!! Git ayıl bayıl kendine gel" diyerek tanığı dışarıya çıkardı. Çıkarken sanıklardan bir tanesi ile gözgöze geldi yalancı tanık, gözlerini gözlerinin içine dikmiş tiksintiyle bakıyordu ona.

Başı önde çıkarken gözyaşlarını bıraktı, yalan yere şahitliğin nasıl bir kötülük olduğunu, adaleti yanıltmaya çalışmakla aslında bir suçluya yardım ettiğini anlamaya başlamıştı. Sabıka kaydına igirecek bir suç işlediğini ve bu suçu birilerine asılsız yere iftira atılmasına yardımcı olmak için yalan söyleyerek işlediğini ise daha sonra öğrendi.






Biraz da Müzik

Arada müzik dinlemek lazım değil mi? Kaset zamanlarında karışık kasetler hazırlar, bunları dinler unutur, aylar seneler sonra bulduğumda yine dinlerdim. Şarkılar birbir ile uyumlu seçildiyse severdim kendi yaptığım karmayı. Sonra karışık CDler hazırlar oldum, kenara koyup sonra yine dinlediklerim oldu. Bazen cidden güzel şeyler çıkıyordu.

Kafayı remixlere taktığım bir dönem hazırlamışım aşağıdaki karmayı. Sırf Finley Quaye & Beth Orton & William Orbit'i bir araya getiren "Dice"ın tuhaf bir versiyonu için ya da Cary Broyhers - Ride içim bile değer. Ben sevdim dinleyince tüm karmaşıklığı.

Biraz da müzik.. İyi pazarlar herkese.





5 Şubat 2011 Cumartesi

Yalan

Yalana karşı tuhaf bir duyarlılığım var.

İyi kötü tanıdığım, birkaç kez görüştüğüm, yani vücut dilini okuyabildiğim ve sesinin tınısını tanıdığım bir insan yalan söylediğinde hemen anlıyorum. Yalan söylendiğini bilmek gizlenen doğrunun ne olduğunu bana öğretmiyor elbette. Farketmek ve çoğunlukla atılan yalanı yiyormuş gibi bakmaya deavm etmek zor oluyor elbette. Yalan söylediğini bile bile karşındakinin yalanına devam etmesini seyretmek ayrıyeten rahatsızlık verici bir seyir. Sanki bir insanı ondan habersiz çıplak izlemek gibi, müstehcen bir şey.

İlk farkettiğimde çok ufak bir çocuktum, daha okula başlamamıştım. Hazin bir yalandı. Ama büyüklerin ses tonundaki değişiklikleri izlemeye uyandırdı beni. Minik bir yalan da olsa çocukların camdan fanusa benzeyen masum dünyasında yalana yer yok. Yalanla tanışınca büyümeye başlıyor insan. Göze görünenler ve gözden uzakta tutulmaya çalışanların farkına vardınmı masumiyet fanusunda ilk çatlak beliriyor.

Yalan ne kadar dürüstlük dışıysa benim bunu farkettiğimi gizlemem de dürüstçe değil farkındayım. Ama Her yalana ağız açanla çata çat yüzleşecek de değilim. Yüzleşmeleri zaman yaymak en iyisi. Yalan sayısını, dozajını arttırana ayağımı denk almam yeterli oluyor.

Bu özellik tanrının bana verdiği bir hediye mi, yoksa ceza mı?

4 Şubat 2011 Cuma

Nefretengiz Ecnebi Şarkılar

Epeydir blogda liste yapmayı boşladığımın farkındayım. Öyle ki liste yoksunluğum içimde bir koca boşluk gibi büyüyordu. Artık buna dur demememin zamanı gelip de geçmişti bile. Hep en sevdiklerim olacak değil ya benim için en berbat yabancı şarkılar, hatta bir daha asla duyma tahammülü gösteremeyeceğim, çalan cisme en yakınımda bulduğum elime geçirdiğim yabancı cismi anında yeşerip Hulklaşarak atacağım, susturamazsam o ortamdan naralar atıp kaçacağım şarkılardan aklımdan çıkmayanları listeliyorum.

İşte bir daha duymak istemediğim şarkılar, bu arada listem subjektif mi subjektiftir sadece kendimi bağlar:

- Hotel California - Eagles: Adamlar best of albümlerine bile almıyorlar şarkıyı, Eagles için düzenlenen tribute albümünde bile yok bu şarkı. O denli itici. Ülkemizde baş tacı nedense.

- Believe - Cher: Bu şarkı yapılalı 10 yıldan fazla olmuştur herhalde, duymayan da kalmamıştır, herkes duyduğuna gçre neden hala çalıyorsunuz bunu? Başka şarkı mı kalmadı? CD mi yok? Verelim CD onu çalın.

- I Wanna Dance With Somebody - Whitney Houston: Tiz vokal, aşırı pür neşe hali, neye seviniyoruz noluyoruz çığlık çığlığa? Bir şarkıda olmasını istemediğim hemen hemen herşey bu şarkıda toplaşmış, "kalk gidelim" diye de bayrak açmış.

- Ice Ice Baby - Vanilla Ice: Hitin en önde gideni bu işte, onlarca yılı devirdiğine inanamıyorum.

- Mambo #5 - Lou Bega: Yaz gecelerinin vazgeçilemeyen kabusu

- Barbie Girl - Aqua: Sayfiye yerlerinde hala dönmesinin hikmetini anlamadım, itici ötesi sevimsiz şarkı.

- The Final Countdown - Europe: Dramatizasyonun bu denli yüksek olduğu diğer şarkı Eye of the Tiger'dır, Ama yok ondan bu denli nefret etmedim, edebilirim.

- Wake Me Up Before You Go-Go - Wham!: Bu oğlanlar dağılalı onlarca yıl oldu, George oldu Michael oldu, öbür üyesinin adını anımsayan kalmadı. Şarkıyı nerden bulup çıkartıp uluorta çalıyorlar hala, ne gereği var?

-Who Let The Dogs Out? - Baha Men: Köpek vokalli şarkı, beğenen dinlesin ben dinlemem. Kedi vokalli olursa belki. "Who Let The Cats Out?" yani.

- Sussudio - Phil Collins: Adamın tiz sesinin tizlik sınırlarını zorlamasına aşıksanız ideal parça yok bu ses tonuna kılsanız başından sonuna dinlemek sizi sinir krizinin eşiğine getirir.

- All That She Wants - Ace of Base: Ucu bucağı belirsiz şarkı ama sanki her notası aynı. Belki de bu yüzden uçsuz bucaksı z ve bitmeyecekmiş hissi veriyor dinleyicisine.

- Everthing I do I do It For You - Bryan Adams: Romantizm öldürür mü adamı? Öldürür hele bu şarkının Kevin Kostner'lı Robin Hood fecaatinin soundtrackinden çıkan hit olduğunu düşünürsek, ölümlerden ölüm beğendirtir. O derece planlı projeli bir şarkı.

- Baby Come To Me - Patti Austin: Geçen yüzyılın da bu yüzyılında hiti mübarek.

- How am I Supposed to Live Without You - Michael Bolton: Adamın saçı bir dönem markası oldu, dikkatinizi çekerim sesi değil saçı meşhurdu. Kenny G. görünümlü bir herif, müzikalitesi de aynı seviyede, üstelik Kenny Rogers gibi kelimeleri ortadan çatlattırarak manalandırıyor. Özgünlük sıfır yani. Geçin bu formülleri allaşkına, müziği rahat bırakın kardeşim.

- Still Got the Blues - Gary Moore: Böyle bir şarkının olmasını da, içinde bitmek tükenmek bilmeyen bayık bir gitar solosu olmasını da, tüm bunlar yetmiyormuş gibi türkçe versiyonunun yapılmışlığını nefretle kınıyorum.

- From A distance - Bette Middler: Bundan o kadar çok gına geldi ki.

- My Heart Will Go On - Celine Dion: Yettin artık Celine, bıktık bıktık bıktık!!! Bilmem anlatabildim mi? O buzdağının görünmeyen kısmı kafana düşseydi de altında kalsaydın demeye zorladın beni en sonunda. Bitsin bu eziyet.

- One of Us - Joan Osborne: Ya evet!! Ya eğer Tanrı aramızda olsaydı, ilkokul ikinci sınıf kompozisyon ödevi gibi sözler, afferim otur aşaRı, sıfır!!

- One of Us - Prince: Şarkıdan nefret ederken gitti kavırladı adam, iyi mi? Hem de Emancipation adını verdiği 3 CDlik albümün içinde. Albüm satmamış zaten. Sebebi bu şarkıdır ben söyleyeyim.

- You're Beautiful - James Blunt: Şarkının sözlerine ayrı, herifin sesine apayrı bir gıcığım.

- Hero - Enrique Iglesias: Ağlar kıvamda yırtınarak genç kızlığa ilk adımlarını atanların kalplerinde aşk tomurcukları açtıran şarkı. Bir sübyancının iç dünyası lezzetinde sözler.

- The Lady in Red - Chris de Burgh: Filmi olmasaydı şarkısı da olmazdı belki. Ama ikisi de var. Ama neden hala var?

- Informer - Snow: Bunun gibi üç aylık ömrü olması gereken şarkının yıllarca ayakta kalması haksızlık.

- Vaya Con Dios - Ne Na Na Na: Ne diyeyim madem ki belçikalısın bari ana dilinizde söyleseydiniz. Şarkıya mı yoksa mahsustan neşeden kudurmuş misali çağlayan vokale mi daha kılım karar verecek kadar dinleyemiyorum.

- U Can't Touch This - Mc Hammer: Bu şarkıyı dilimize Ercan Saatçi ve saz arkadaşları bir çırpıda sokmuştu. Zaten sırf bu bile şarkıdan başlı başına tiskinme sebebi.

- Life is Life - Opus: İlk duyduğumdaki nefret hissini hala dipdiri tutmayı başaran yegane şarkı diğerlerine olan nefretim azalıp çoğalıyor ama bu hep aynı hep aynı, remixine de aynı kılım. Hatta niye remixi var?

Oh be yazdım rahatladım.

Darısı nefretlik türkçe eserlerin başına.