31 Ocak 2011 Pazartesi

Üç İsimli Kız

Kızın üç ismi vardı; ve kumral, omuzuna kadar uzamış saçları ve buz gibi bakan, buz mavisi gözleri. Ortalamanın biraz üzerindeki boyu ile tenefüse çıkarken ses değişiminin tam ortasındaki yaşıtı erkeklere yukarıdan baktığını, kendisini diğer öğrencilerden; erkek ve kızlardan ayrı bir yere koyduğunu sınıfımıza ilk girdiğinde buz gibi bakan gözleri ile anında çarpıladığı sınır hatlarının ortasına çekilip, mağrur bakarak, mesafesini hepimize sadece ve sadece bakışları ile hissettirmişti. Ankara'dan İstanbul'a tayin olan ebeveynleri bu okul değişikliğinin sebebi olmuştu.

Üç ismi vardı, bir tanesi putları andıran bir şeydi. Bir kaç kez o konuda sınıf içinde şaka yapılsa da hiç duymazmış gibi davrandığı için onu isminden yaralamak mümkün değildi. Sınıfın cin gibi haylazları başka mevzilerden saldırmaya devam ettiler. İlk sömestre yarılandığında hiç kimsenin onu incitmeyi başaramayacağı anlaşılmıştı. Hiç kimseye dönüp bakmıyor, diğerleri yok gibi davranıyordu. Aynı sırayı paylaştığı kız öğrenci ile, bazen, dudaklarını fazla kıpırdatmadan konuşuyordu. Çok fazla değil, gerektiğinde o da. Ne kendisi ne de ailesi hakkında çok fazla bilgimiz yoktu. Onu tanıyıp ona yakınlaşacak kadar kimse bilgi edinemiyordu.

Dersleri ilgi ile izliyordu. Sınavlarda başarılıydı. Edebiyat dersleri ile diğerlerinden biraz daha fazla ilgilendiğini hatta sevdiğini farkediyorduk. Edebiyat öğretmenimiz sınıfa girdiğinde ona bir başka bakıyor, gözlerini hocanın gözlerinden ayırmıyordu. Hocamız egzantrik bir kadındı. Hal ve tavırları ders dışındaki saatlerde öğrenciler arasında alay ve taklit konusu olsa da saygı duyduğumuz bir öğretmendi. Çoğumuza ömür boyu eşlik edecek edebiyat sevgisini o aşılamıştı. Kadın sadece okumamızı istemiyor, yazmamızı da istiyordu. Ne olursa; günce, günlük, öykü, anı, şiir, ne istiyorsak onu yazmamızı istiyordu, bize yazma ödevi veriyordu. Haftanın son dersinde içimizden seçtiği kişileri kafasındaki bir sıraya göre kaldırıyor, okuduklarımızı yüzünde tebessüme benzeyen bir ifade ile pür dikkat dinliyor, öğrencinin okuması bitince bizlerin yazı hakkındaki düşüncelerini soruyor, yazıyı yazan arkadaşı da, yazma anında kafasından geçirdiklerini sınıftakiler ile paylaşmaya özendiriyordu. Bizler için ilk başta zor gelen bir eylem olmasına rağmen hepimiz alışmıştık artık. Öğretmenimizin kafasındaki sıra bize ne kadar karmaşık gelse de yıl sonunda herkese birbirine denk sayıda okuma hakkı verildiğini görüyorduk.

Çoğumuz o yaştaki halimizle kendi başımızdan, ya da yakınlarımızın başından geçenleri, evdeki kediyi, köpeği, alrabalarımızı, arkadaşlarımızı, genellikle başımızdan geçen ya da duyduğumuz komik olayları yazardık. Üç isimli kıza uzun bir müddet sıra gelmedi. Sınıftaki herkes onun ayağa kalkıp elinde defteri ile bizlere neredeyse tam anlamı ile kapattığı kapılarını defterinin sayfalarına yazdıkları ile aralayıp kendisini, ilgi duyduklarını, sevdiklerini, sevmediklerini anlatacağı zamanın gelmesi beklentisi içindeydik. Yazdığını biliyorduk. Okuma seanslarından önceki teneffüste defterinde noktalama işaretlerini son bir kez kontrol ettiğini, bazı yerleri telaşla silip yine aynı telaşla düzelltiğini sıra arkadaşından öğrenmiştik.

O hafta sonu kar yağmıştı. İlk kar hepimizin hevesle beklediği bir olaydı. Okulumuzun uçsuz bucaksız bahçesinde kartopu oynamanın zevki bir başkaydı. Pazartesi sabahı herkes çantasını bir kenara atıp doğru deniz tarafındaki bahçeye kartopu oynamaya inerdi. Karın düştüğü haftanın son edebiyat dersinde hoca üç kişiyi kaldırdı. Yazılanlar üzerinden konuşuldu. Sonra bizimkine seslendi hocamız: "Gel bakalım seni hiç dinlemedik ankaralı kızımız" dedi.

Kız soğuk olmasına yine soğuk ama bu kez biraz mahçup yürüyerek sıraların ortasındaki bir bölmede durdu, defterini açarak okumaya başladı. Ankara'yı ve yağan karı ne kadar özlediğini anlatıyordu. Kar olmadan geçen bir kışın onu üzdüğünü ama bir gün mutlaka kar yağacağını bildiğini, ilk karın gece düşeceğini düşündüğü için akşamları tilki bayılması gibi uyuduğunu, arada gözlerini aralayıp perdelerini sonuna kadar açtığı odasından sokak lambasının ışığına bakarak kar yağıp yağmadığını kontrol ettiğini yazmıştı. Geçtiğimiz cumartesi akşamı hava durumunu okuyan sunucunun o akşam İstanbul'da kar beklendiğini söylemesi üzerine o gece uyumadan ilk karı beklediğini söylüyordu. Buraya kadar yazdıkları kısa kısa cümleler ile, hepimizin yazdıkları kadar çocuksu ve sınıftakilerin kıkırdaşmasına debep olan şeylerdi. Gülüşmelere kaşlarını çatarak cevap veriyordu kız.

Sonra birden karı beklerken camdan dışarıda gördüğü eski bir binayı farketti. Alman yapımı eski bir apartmanı tasvir etmeye başladı. Binayı tarif eden satırları okurken kızın yüzünde hoş bir utangaç kırmızı belirdi önce; sonra ilgisiz, soğuk ses tonu neşeli bir hal almaya başladı. Gözleri mutluluk dolusu kısılmıştı. Binanın çatısını üzerinde taşıyan kaidenin etrafındaki heykelleri anlatırken sınıfta çıt çıkmıyordu. Hepimiz o heykelleri sanki kendi gözlerimizle izliyormuşçasına tepeden tırnağa dikkat kesilmiştik. Taştan yapılmış binayı da detaylarını da, baktıkça korkutucu gölgelerinin oynadığını zannettiği binayı aşkla anlatıyordu kız. Sonra düşen ilk kar tanesinin içini nasıl mutlulukla doldurduğunu anlattı. Pencereyi aralayıp başını dışarıya çıkardığını, ağzını açarak kar tanesinin dilini ıslatması için beklediğini, yüzüne kar taneleri serpilirken gözlerini kapattığını, gözleri kapalıyken yüzüne değen kar tanelerinin içini sevinçle doldurduğunu, çünkü yüzünü usulca okşayan soğuk İstanbul gecesinde sanki zaman ddurmuşçaına telaşsız gökten yere doğru süzülen kar tanelerinin yüzünde bıraktığı soğuk izlerin bir anlığına kendisini doğup o yaşa kadar büyüdüğü şehire geri götürdüğünü ve uzun bir süre sonra ilk kez o gece kendisini gerçekten evinde hissederek uyduğunu anlatarak sözlerini bitirdi.

Çoğumuzun yazdıklarının aksine etkileyici bir yazıydı, güçlü bir anlatımı vardı. Hepimiz etkilenmiştik. Çocuk kalbimiz her şeyin saf haline daha yakındı, iyiliğe de kötülüğe de aynı derecede yakındık. O ana kadar merakla beklediğimiz an gelmiş ve kızın İstanbul'da olmaktan acı çektiğini anlamıştık. Acı çekebiliyor olması onu birdenbire bizlerden biri yapmıştı. O da bizler kadar et ve kemiktendi. Bizler ona alıştıkça o da bizlere alıştı.


5 yorum:

  1. anımtırakımsı diye etiketlemişsin ama öykümsü olmuş bu. çok da güzel olmuş.

    YanıtlaSil
  2. Beenmaya;

    Teşekkür ederim.. Anı ama, gerçekti o yüzden.. Hocam sanki tahtaya kaldırıp "Oku bakiym Vladimir" diyecekmiş gibi yazdım. :))

    YanıtlaSil
  3. Çok güzel yazmışsın,Edebiyat öğretmenin okusa mutlu olurdu...

    YanıtlaSil
  4. Ebruli Günce;

    Teşekür ederim. Mutlaka hoşuna giderdi. Bir kaç sene önce bir sahil kasabasında rastladım ona. Hatırlanmak öğretmenleri mutlu ediyor. Biz çok şanslıydık, edebiyatı sevdirdi, türk yazarlarını tanıttı bize.

    YanıtlaSil
  5. çok güzel bir anıydı.zevkle okudum.okul yılları hiç unutulmuyor.

    YanıtlaSil

Yorumlar