31 Ocak 2011 Pazartesi

Alim Olmak Gereksiz

Yıl başladı ve ilk ayı bir çırpıda geride kaldı. Zaman su gibi akıyor, "Az bir dur, yavaş ak" desem beni dinlemeyeceği öylesine aşikar, öylesine aşikar ki o kadar olsun. Eşeği bağlasan da insanı salsan da üzerlerinden zaman hızla ve adil biçimde geçiyor. Zamana direnmekteki kifayetsizlikleri hemen hemen eş olan insanoğlunu hayvanoğlundan ayıran temel özelliklerden bir tanesinin insanların çevresinde olup biteni farkedebilmesi olduğunu düşünüyorum. Hayvanlar farketmiyorlar mı peki? Onlar da farkındalar, iki cümle için tüyü yeterince bitmemiş öksüz ve yetim hayvanın kalbini mi kırayım şimdi, neme lazım. Lafı bu yönde uzatırsam toparlamam zamandan çalar. Ben iyisi mi sadede geleyim: Hızla akan zamana karşın ben neler farkettim bu ay?

Kıskanmak:
Stadyumda protesto edersen seni kameralar ile tespit edip o takımın maçlarına bir daha almama hakkı varmış onu öğrendim. Gel adam gibi seyret, gıkını istenmedik biçimde çıkarma emi yavrucuğummuş yaklaşımın özü, onu öğrendim bir kere. O hengame içinde kimsenin dikkatini çekmeyen bir detay aklımın kenarına yazıldı: Bir stadyum dolusu kişiye yani onbinlerce kişiye ölmüş bir adamı gayet tiz ve itici bir sesle şikayet eder tonlarda konuşmak eşbette kışkırtma sayılmıyormuş. Kopan fırtınaları sen yaratmamış oluyormuşsun, durum tamamen kıskanç seyirci edepsizliği sayılıyormuş.


Kapatmak:
Afrika'nın kuzeyindeki ülkelerde yaşayanların akılları başlarına birer birer gelmeye başladı. Despotluğa tahammül sınırlarının kıyısına gelmiş halklar hemen birbirlerini örnek almaya başladılar. Mısır Bey - "zuhahahah-haaa!!!" diye gülerim buna işte - interneti şakkadanak hepten kapattı. Böylelikle bu işe bir nebze olsun dur demeye getiriyor sanırsam. Göreceğiz gözümüz döndüğünce. Wikileaks acaba bir kişinin başının altından çıkmayacak denli büyük bir komplo muydu? Dünyayı saracak yeni bir hareketin başlangıcı mıydı bu sızım sızım sızıntı bunu henüz bilemiyorum.

Atıştırmak:
Çerez kelimesini arama motorlarında taradığınızda karşısınıza; "Bilgisayarınızda daha önceki işlemlerinizin bıraktığı izlere dair zımbırtasyona çerez diyoruz biz, yerseniz burdan yakın" açıklaması geliyor. Oysa çerez kelimesinin ilk anlamı da başka, apartıldığı dil ingilizcedeki cookie'nin karşılığı da başka. Çevir gitsin cevvalliği ile bir uyuzun dilimize sokmayı başardığı uydurma bir kelime de asıl kelimeyi öldürmüş işte. Sanal dünyada çerez deyince kuruyemiş de, atıştırmalık da hatırlanamıyor.

Yasaklamak:
Sigara içmeyen etmeyen, kapalı yerlerde sigara içilmesinden hayli gıcık kapan, faraza böyle yerlerde bulunduğu vakit; eve geldi mi, ilk olarak üstünü başını kendi kendini yolarcasına soyup soğana çeviren, ikinci olarak duşa dalıp çıkan, üçüncü olarak da tertemiz kıyafetlere bürünerek adeta bir nevi acilen üç aşamada kabuk değiştiregelen bendenizin ta kendisi; kapalı yerdeki sigara yasağından hiç mi, hiç haz etmemiştim. Zorlan değil ya? Bilakis bunun başka marka çorapların örülmesine gebe olmasından endişe duymuştum. Endişe etmem yersiz bir evhamdan ibaret değilmiş şükürler olsun. Sergi açılışında alkollü içki servis edildi diye ziyaret edenleri ve galeri sahiplerini tam teçhizatlı biçimde ziyaret ederek önlerine çıkanı bir güzel sopadan geçiren; ben diyeyim "TVRI; Yani The Victimized Residents Incident" siz anlayın "Mağdur Çevre Sakinleri Olayı"ndan çok değil bir kaç ay sonra içki tüketimi ile ilgili düzenleme yapıldı. Elin içki içmesinden mağdurella çevre halkı, artık daha fazla mağdur olmayacak, buna sevinebiliriz. Zaten ağır tahrik varmış, öyle diyorlar.

Nasıl yani?

İçki içtikleri yetmiyor gibi kaldırım kenarında da dinelmişler.

Ah ne feci! Ne kışkırtıcı! Ne mağdur edici! Ne n'olur gel beni döv beni daveti çıkartıcı! Adeta kendilerini zorla dövdürtmek istercesine davranan bir şuursuz galeri müdavimi güruhu daha desenize.

Al takkeni, ver külahımı geriye: O zaman, zamanı geldiğinde oylar en mağdurundan son kullanıcısına doğru akar, akar, akar elbette. "Çok istiyorlarsa aksırıncaya tıksırıncaya kadar içsinler kimsenin yaşam tarzına müdahale edilmiyor", "Hayat içki ve seksten ibaret değil" nevinden açıklamalar yapıldı da rahatladık Allah'a şükür.

Öğrenmek:
Çok sayın bir devlet görevlisi kendisine uzatılan mikrofona "Hatalarımızdan ders alıp öğreniyor tekrarlanmasın diye icabına bakıyoruz" dedi. Haberlerdeydi. Şaka mı yapıyor diye gözlüğümü güzelce geriye ittirip, ait olduğu yere yerleştirmek suretiyle bir kez daha baktım. Sırf haberler duygu sömürüsüne ya da kamera şakası programlarına döneli çooook uzun zaman oldu diye, şaka zannetmekle feci bir biçimde yanılmışım. Meğer çok ciddi değil miymiş beğenirsiniz. Hatalardan öğrenme lüksümüzün hala var olmasına sevindim. Yani kafesteki denek hayvanlarına zehir enjekte edip, sonra da "Ay bu da öldü, üstelik daha ne kadar da sevimliydi" dedikten sonra, sıradaki sevimli denek hayvanına bir başka zehirli şırıngayı sokup çıkartıp ardından can çekişmesini göz yaşı dökerek izleyebilmek için bir paket kağıt medili zulalayıp, yan gelip yatarak öğrenmek gibi yani.

Proaktif olmanın zamanı gelmemiş demek ki. Yüksek yüksek mevkilerdekiler hata yapıp, hatalardan öğrenirken, o hataların bedelinin insanlara ödettirildiğinin bilincine varmamışız daha, oh be yüreğime su serpildi, ya o bilince varmış olsaydık.

Konu; Boşandığı erkeğin kendisini öldürmesinden korkan vatandaşımızın koruma istemesi.
Hata: Böyle bir korumanın gereksiz bulunması.
Bedel: Korunma ihtiyacı duyan vatandaş öldürülmek sureti ile tek celsede ödedi.
Öğrenilen: Gereken hal ve durumlarda vatandaşın korunması.
Verilen tepki: "Hadi yaaa??"

Çoğalmak:
Padişahlarımızın uçkuruna dair bir TV dizisindeki sahneler sayesinde RTÜK bir günde bir yılda aldığından fazla ihbar almış. Ne duyarlı halkız anlayın artık, yüzlerce yıl önce olan bitene bile kayıtsız kalamıyoruz. Hiç olmasın - dahası, nasıl mümkünse artık - hiç bitmesin istiyoruz. O dönem olan biteni o dönemin şartları altında değerlendirmek mi? Allah'ım böyle eziyet gösterme. "Yapılsın edilsin tamam da dile getirmek neyin nesi oluyor?" yaklaşımı her devrin karşı durulmaz türk klasiği oldu. Sahiden de körler ve sağırlar sürüsü halinde birbirimize nazireler düzüyoruz. Her şey öyle değil mi? Yap konuşulmamak kaydı ile gizle. RTÜK Başkanı hakkında iddialar alıp yürüdüğünde ilgisiz kalan halk şimdi duyarlılık gümbürtüsü kopartıyor. RTÜK seviniyor bir yılda aldığımızdan fazla ilgiyi bir günde toparladık diye. Hatırlanmak güzel şey elbette. RTÜK için sevinmemek mümkün mü? Halkımız yaşı gereği hassas işte, yakın geçmişe kulaklarını tıkıyor, uzak geçmişte olanlar dile getirildiğinde, gerektiğinde çemkirebiliyor. Senaristin cevabı iyiydi: "Polenle mi çoğaldı yani bunlar?"Afrika'ya mı yerleşsek n'apsak.

Cebire yahut matematiğe yatkın olanlar şimdi diyeceklerimi aniden idrak edeceklerdir; yılın 1 bölü 12'si böyle bitti, geriye kalanını tahmin etmek için alim olmayı gereksiz buluyorum.

Tablo : Jacques-Louis David - Sokrates'in Ölümü - 1787

Üç İsimli Kız

Kızın üç ismi vardı; ve kumral, omuzuna kadar uzamış saçları ve buz gibi bakan, buz mavisi gözleri. Ortalamanın biraz üzerindeki boyu ile tenefüse çıkarken ses değişiminin tam ortasındaki yaşıtı erkeklere yukarıdan baktığını, kendisini diğer öğrencilerden; erkek ve kızlardan ayrı bir yere koyduğunu sınıfımıza ilk girdiğinde buz gibi bakan gözleri ile anında çarpıladığı sınır hatlarının ortasına çekilip, mağrur bakarak, mesafesini hepimize sadece ve sadece bakışları ile hissettirmişti. Ankara'dan İstanbul'a tayin olan ebeveynleri bu okul değişikliğinin sebebi olmuştu.

Üç ismi vardı, bir tanesi putları andıran bir şeydi. Bir kaç kez o konuda sınıf içinde şaka yapılsa da hiç duymazmış gibi davrandığı için onu isminden yaralamak mümkün değildi. Sınıfın cin gibi haylazları başka mevzilerden saldırmaya devam ettiler. İlk sömestre yarılandığında hiç kimsenin onu incitmeyi başaramayacağı anlaşılmıştı. Hiç kimseye dönüp bakmıyor, diğerleri yok gibi davranıyordu. Aynı sırayı paylaştığı kız öğrenci ile, bazen, dudaklarını fazla kıpırdatmadan konuşuyordu. Çok fazla değil, gerektiğinde o da. Ne kendisi ne de ailesi hakkında çok fazla bilgimiz yoktu. Onu tanıyıp ona yakınlaşacak kadar kimse bilgi edinemiyordu.

Dersleri ilgi ile izliyordu. Sınavlarda başarılıydı. Edebiyat dersleri ile diğerlerinden biraz daha fazla ilgilendiğini hatta sevdiğini farkediyorduk. Edebiyat öğretmenimiz sınıfa girdiğinde ona bir başka bakıyor, gözlerini hocanın gözlerinden ayırmıyordu. Hocamız egzantrik bir kadındı. Hal ve tavırları ders dışındaki saatlerde öğrenciler arasında alay ve taklit konusu olsa da saygı duyduğumuz bir öğretmendi. Çoğumuza ömür boyu eşlik edecek edebiyat sevgisini o aşılamıştı. Kadın sadece okumamızı istemiyor, yazmamızı da istiyordu. Ne olursa; günce, günlük, öykü, anı, şiir, ne istiyorsak onu yazmamızı istiyordu, bize yazma ödevi veriyordu. Haftanın son dersinde içimizden seçtiği kişileri kafasındaki bir sıraya göre kaldırıyor, okuduklarımızı yüzünde tebessüme benzeyen bir ifade ile pür dikkat dinliyor, öğrencinin okuması bitince bizlerin yazı hakkındaki düşüncelerini soruyor, yazıyı yazan arkadaşı da, yazma anında kafasından geçirdiklerini sınıftakiler ile paylaşmaya özendiriyordu. Bizler için ilk başta zor gelen bir eylem olmasına rağmen hepimiz alışmıştık artık. Öğretmenimizin kafasındaki sıra bize ne kadar karmaşık gelse de yıl sonunda herkese birbirine denk sayıda okuma hakkı verildiğini görüyorduk.

Çoğumuz o yaştaki halimizle kendi başımızdan, ya da yakınlarımızın başından geçenleri, evdeki kediyi, köpeği, alrabalarımızı, arkadaşlarımızı, genellikle başımızdan geçen ya da duyduğumuz komik olayları yazardık. Üç isimli kıza uzun bir müddet sıra gelmedi. Sınıftaki herkes onun ayağa kalkıp elinde defteri ile bizlere neredeyse tam anlamı ile kapattığı kapılarını defterinin sayfalarına yazdıkları ile aralayıp kendisini, ilgi duyduklarını, sevdiklerini, sevmediklerini anlatacağı zamanın gelmesi beklentisi içindeydik. Yazdığını biliyorduk. Okuma seanslarından önceki teneffüste defterinde noktalama işaretlerini son bir kez kontrol ettiğini, bazı yerleri telaşla silip yine aynı telaşla düzelltiğini sıra arkadaşından öğrenmiştik.

O hafta sonu kar yağmıştı. İlk kar hepimizin hevesle beklediği bir olaydı. Okulumuzun uçsuz bucaksız bahçesinde kartopu oynamanın zevki bir başkaydı. Pazartesi sabahı herkes çantasını bir kenara atıp doğru deniz tarafındaki bahçeye kartopu oynamaya inerdi. Karın düştüğü haftanın son edebiyat dersinde hoca üç kişiyi kaldırdı. Yazılanlar üzerinden konuşuldu. Sonra bizimkine seslendi hocamız: "Gel bakalım seni hiç dinlemedik ankaralı kızımız" dedi.

Kız soğuk olmasına yine soğuk ama bu kez biraz mahçup yürüyerek sıraların ortasındaki bir bölmede durdu, defterini açarak okumaya başladı. Ankara'yı ve yağan karı ne kadar özlediğini anlatıyordu. Kar olmadan geçen bir kışın onu üzdüğünü ama bir gün mutlaka kar yağacağını bildiğini, ilk karın gece düşeceğini düşündüğü için akşamları tilki bayılması gibi uyuduğunu, arada gözlerini aralayıp perdelerini sonuna kadar açtığı odasından sokak lambasının ışığına bakarak kar yağıp yağmadığını kontrol ettiğini yazmıştı. Geçtiğimiz cumartesi akşamı hava durumunu okuyan sunucunun o akşam İstanbul'da kar beklendiğini söylemesi üzerine o gece uyumadan ilk karı beklediğini söylüyordu. Buraya kadar yazdıkları kısa kısa cümleler ile, hepimizin yazdıkları kadar çocuksu ve sınıftakilerin kıkırdaşmasına debep olan şeylerdi. Gülüşmelere kaşlarını çatarak cevap veriyordu kız.

Sonra birden karı beklerken camdan dışarıda gördüğü eski bir binayı farketti. Alman yapımı eski bir apartmanı tasvir etmeye başladı. Binayı tarif eden satırları okurken kızın yüzünde hoş bir utangaç kırmızı belirdi önce; sonra ilgisiz, soğuk ses tonu neşeli bir hal almaya başladı. Gözleri mutluluk dolusu kısılmıştı. Binanın çatısını üzerinde taşıyan kaidenin etrafındaki heykelleri anlatırken sınıfta çıt çıkmıyordu. Hepimiz o heykelleri sanki kendi gözlerimizle izliyormuşçasına tepeden tırnağa dikkat kesilmiştik. Taştan yapılmış binayı da detaylarını da, baktıkça korkutucu gölgelerinin oynadığını zannettiği binayı aşkla anlatıyordu kız. Sonra düşen ilk kar tanesinin içini nasıl mutlulukla doldurduğunu anlattı. Pencereyi aralayıp başını dışarıya çıkardığını, ağzını açarak kar tanesinin dilini ıslatması için beklediğini, yüzüne kar taneleri serpilirken gözlerini kapattığını, gözleri kapalıyken yüzüne değen kar tanelerinin içini sevinçle doldurduğunu, çünkü yüzünü usulca okşayan soğuk İstanbul gecesinde sanki zaman ddurmuşçaına telaşsız gökten yere doğru süzülen kar tanelerinin yüzünde bıraktığı soğuk izlerin bir anlığına kendisini doğup o yaşa kadar büyüdüğü şehire geri götürdüğünü ve uzun bir süre sonra ilk kez o gece kendisini gerçekten evinde hissederek uyduğunu anlatarak sözlerini bitirdi.

Çoğumuzun yazdıklarının aksine etkileyici bir yazıydı, güçlü bir anlatımı vardı. Hepimiz etkilenmiştik. Çocuk kalbimiz her şeyin saf haline daha yakındı, iyiliğe de kötülüğe de aynı derecede yakındık. O ana kadar merakla beklediğimiz an gelmiş ve kızın İstanbul'da olmaktan acı çektiğini anlamıştık. Acı çekebiliyor olması onu birdenbire bizlerden biri yapmıştı. O da bizler kadar et ve kemiktendi. Bizler ona alıştıkça o da bizlere alıştı.


30 Ocak 2011 Pazar

İstanbul Ortaya Karışık

Bu sabah güne İstanbul ile başlamak istedi canım. Oniki adet İstanbul'u anlatan şarkıyı bir araya toplayıp takriben beş dakika kadar çalkalayınca ortaya karışık bir İstanbul çıktı. İstanbul bahane, aslında neredeyse hepsi bir gönül kırıklığına isim koymaya çalışmış. Fazla derin düşünmeye gerek yok sözlerde göz gezdirirken aşağıdaki linkten müziği dinlemenin vaktidir.

İstanbul Ortaya Karışık

İstanbul geldim bak
Merhaba vefakar dar sokak
Şahit yer ve gök yüzü
Tuttum sana verdiğim sözü

Anlat İstanbul
Üzüldün mü Yorgun musun?
Hala çok mu içiyorsun anlat

Tüketilmiş yaşanmamış
Hediyelik hayatlar, ah bu evler,
Pencereler bu kapılar, sokaklar
Hüzün gibi, sevinç gibi,
Eskitilmiş zamanlar

Sen gidersen İstanbul beklemez
Gelirsin gidersin İstanbul farketmez
Acı çeker özlersin İstanbul üzülmez

Bir ateş buldum, yandım yakıldım
Esti geçti rüzgarına kapıldım
Bir o yana, bir bu yana yıkıldım
Hayallerim vardı çaldın İstanbul

Anlat İstanbul
Aşkın başından mı aşkın?
Her masalı bilir misin anlat

Anne sözü dinler gibi masum ağladım bu sabah
Günler dayanılmaz oldu senden uzak olunca
Martılar mahsun oldu onlar bile ağladılar

Mevsim rüzgarları ne zaman eserse o zaman hatırlarım
Öper beni annem yanaklarımdan güzel bir rüyada
Sanki sevdiklerim hayattalarken hala

Ah burda olsan çok güzel hala
İstanbul'da sonbahar

İstanbul'da bir barda bir bardak şarap yanımda
Seni özlüyorum kaçsam da buralara

Çok uzun gemiler geçiyor boğazdan
Boğazımda düğümlenir adın
Uzaktan bakınca sanki yaşamak güzel
İçime sormam içime sormam, soramam

Bir akşam masası, iki kişiyiz, sen ben
Gidiyorsun hiçbir şey söylemeden, birden
Kadıköy’de bir yağmurlu bahçeden

Yıllar külleniyor, izi kalıyor aşkın
Yüreğim kurtulsa da yangından, alevden
Yana yana kül olayım, unutup yine sevdalanayım
Geçmem bir daha Kadıköy’den

Ne acı ne acı insan kendine ne kadar yenik
Bulunmadı ihanetin ilacı yürek koca bir karadelik

Bir sevgilim var benim düşlerimden ibaret

Önce kuş olduk uçtuk semaya
sonra vurulduk düştük sevdaya
Yandık ateşten korlar misali

Sonsuzluğa uzansam bile
Yıldızlar değse elime
Bir hilal görsem
Hatırlarım hep seni İstanbul

Susma susma
Haydi anlat İstanbul






Endi & Pol - İstanbul, Mirkelam - İstanbul'da, Mazhar Fuat Özkan - Bu sabah yağmur var İstanbul'da, Teoman & Nil Karaibrahimgil - İstanbul'da sonbahar, Sertab Erener - İstanbul, Ayse Sicimoglu & Ayhan Sicimoglu - Istanbul Pas Constantinople, Gülay - Aşk (İstanbul kanatlarımın altında), Levent Yüksel - Anlat İstanbul, Ezginin Günlüğü - Kadıköy, Mirkelam - İstanbul, Sertab Erener - İstanbul, Feridun Düzağaç - Yeniköy, Hüsnü Şenlendirici & Sezen Aksu - İstanbul İstanbul Olalı



29 Ocak 2011 Cumartesi

Karşılaşmalar

Semih Kaplanoğlu'nun köşe yazılarının tiryakisi olmuştum bir dönem. Radikal gazetesini bıraktığında üzülmüştüm. Ancak yazdıkları ile okuyucunun zihnine kurduğu imgeler dünyasını az çok tanıdığımdan yönetmenliğe zaman ayırmak için ayrılmış olması hoş bir beklentinin tohumlarını ekmişti zihnimin kenarına.

O yazdıkarını yayınlatmayı bıraktı ama yazılarının büyük bölümü internetin uçsuz bucaksız enginliği içinde yerli yerinde "Karşılaşmalar" başlığı altında duruyordu. Oradan gidip gidip okumak mümkündü. 2009 yılında, sonbaharda bir ara kendi kendime "gönül istiyorki yazdıkları bir kitapta toplansın" diyerek ufak bir iç çekmiştim.

Bir kaç gün önce "Karşılaşmalar"ı kitapçının raflarında mütevazi biçimde duruken gördüm. Sayfalarını şöyle bir karıştırdım. Evet işte köşe yazılarının bir kısmı. Hemen satın aldım. Öyle okuyucunun gözüne gözüne sokulan kitap yığınları arasında değil. Hemen bir kaç jkitapçıyı daha kolaçan ettim. Çoğu kitapçıda satılmıyor bile. Bir çok yerde bulamadım. Bulduğum yerlerde de göze batan raflarda değil. Girdiğim kitapçılardaki görevlilerden bir tanesine Semih Kaplanoğlu'nun kitabını sorduğumda gizlemeye gerek görmediği alaysı bir ifade ile Kaplanoğlu'nun yönetmen olduğunu bu güne kadar kitap yazdığını duymadığını söyledi. "O zaman bu ne?" diye sorup sırt çantamdan çıkardığım kitabı burnuna dayadım.

Kitabı izmire dönerken yolda okudum. Beklemeleri dahil bir uçak yolculuğu sırasında kolayca bitiyor. Çoğu önceden okuduğum yazılar ama köşe yazısı denilip geçilemeyecek yazılar bunlar. Sanki birisi oturmuş insan kalbinin haritasını çıkarmak ister gibi yollara dökülmüş. Tesadüflerin savurup birbirinden ayırdığı ya da yine tesadüflerin bir araya getirdiği insanları anlatıyor. Okurken tanıdık geliyor bazı insanlar, duygular, yerler. Sinemanın edebiyatla buluşması da denilebilir bütününe; rüya gibi başlayıp gerçek gibi bitiyor anlatılanlar.

Ben havanın yağmurla tuhaf bir kasvete büründüğü yarı loş geçen günlerde pencere kenarında ya da güneşli bir yaz gününde bir ağacın gölgesinde, havanın olanca sıcaklığına rağmen yaz esintisinin altında kitap okuduğun ağacı bulduğu, yaprakların tatlı bir hışırtı ile sallandığı yerlerde kitap okumaktan büyük zevk alırım. Yola çıktığımda hava yağmurluydu. Hava alanının bekleme bölmesinde cam kenarına oturup kitabı okumaya başladım. Kitapta yazılanlar ise güneşli yaz günlerinde altında kitap okuduğum ağacı getirip yanıma bıraktı. Sayfaları çevirdikçe bir rüzgar geldi tepemdeki aağacın dallarına yerleşti. Vaktin nasıl geçtiğini anlamamışım.


Meraklısına linkler:
- Nisan Dergisi 1988 yılı 8. sayısında yayınlanmış Tarkovski ile ilgili bir yazısı, (Zafer Yalçınpınar'ın aksak kolajından)
-


28 Ocak 2011 Cuma

Sabrın Ya Da Ertelemenin Sonu/nda

Aylarca kendi bilgisayarımdan kenid blogunub kontrol paneline girememek gibi bir sıkıntım vardı. PC'ye format atıp sil baştan yapsam bir çok şey düzelecekti. Biliyordum.. Ama, internet kafelerden bloga girip, kafede birbirlerini ya da zombimsi yaratıkları çılgınca haykırarak kurşun yağmuruna tutan, sanal ile gerçeği alıp birbirleri ile kafa kafaya tokuşturmuş genç insan kalabalığı içinde yazı attırma ve tutturma deneyimi yaşamak, yani format atmaya üşenip eziyet çekmeye üşenmemek gibi bir hale düşmek de varmış. Bihayet kırdım boynumu atıverdim formatı. Formatı atmadan derdimin sebebini de anladım ama şu pcye format atmadıkça hırsımdan kurtulamayacaktım. Windows güncellemelerinden bir tanesi esnasında uyumsuzluk yaşanıp, blog navigation barım bu uyumsuzluk fırtınası esnasında kayıplara karışmıştı.

Formatladım. Gereen programları büyük ölçüde yeniden yükledim, gereksiz ıvır zıvırdan kurtuldum. Oh be!! Rahatladım. Kendi bilgisyarımdan yazmak da varmış. Bundan böyle böyle. Aman siz siz olun benim gibi ertelemeyin, sabrettiğinizi zanneder bir hayli yanılırsınız.

Durumu düzelttim ya, ardından Blogpatrol istatistik köşesinden de kurtuldum. Sırada şu tepedeki sevimsiz çiçek grubundan kurtulmak, sonra sağ kenara bir takım yeni podcastleri yüklemek var. Ertelemek ise yok, yok, yok!!!

21 Ocak 2011 Cuma

Türk Sabah Müziği

Sabah alışkanlıktan diyelim, yanlışlıkla erkenden uyandım farz edelim.

Yataktan zıp-kın gibi zıplayıp fırlıyorum. Banyoya dalmadan evvel radyoyu açıyorum. Aman o da ne? Güzel bir melodi, şahane sözler, etkileyici bir kadın vokali aniden kanıma işliyor Türk hafif müziği imiş. Damardan bir esermiş. Büyürken insanın içindeki çocuğu yeniden bulmasını anlatıyormuş. Kah karlı dağlara yansıyan kendi gölgesinden, kah hayatının rotasını kendi kendine çizmekten kah devasa dalgalara yelken açmaktan bahsediyormuş.

Meğer Gülşen, Demet, Murat, Rafet, Seren, Reyhan, Emre, Gökhan-lar, Şehrazatiyetler, Levent, İzel, Çelik, Ercan, Sinan, Aykut, Pötek, Gülben ve benzerleri şak diye hepten kestirip atmak suretiyle müziği bırakmışlar. Hatta bırakmakla kalmamışlar meğer on yıldır müzik yapmıyorlarmış. Ses rengi denen orijinallikten mahrum kalmış bağırganlar ve onlara ritm döşeyip üzerine slogan attıran ibibişler ortadan tası tarağı toparlayıp kaybolunca pop müzik alanındakiler de rock müzisyenlerinin yaşadığı kendini geliştirme ve bunu müziğine yansıtabilme hazzını tatmaya başlamışlar. Müzik bir kalitelenmiş, bir kalitelenmiş mutluluktan parmaklarını yersin. Prodüktörler kaliteli müziğin de alıcısının olduğunu fark etmişler. Halk bet seslere kulaklarını tıkamayı falan öğrenmiş. Böyle olunca da müzikte dekoltajın kitabını yalamadan yutmuş yengeler, kırkını devirirken kendine yirmilik süsü vermiş enişteler yerine yeteneği olan, yeteneğini emeği ile birleştirebilenler ayakta kalabilmişler.

Yalan tabi, yok böyle bir şey. Ne olmuşluğu ne de olabilirliği var. Eski tas eski hamam devam edecek, elliyi çoktan devirmiş ebediyen ablalığa mahkum müzik köşetaşlarının yarattığı gençlik argosu zorla hayata geçirilmeye çalışılacak. Biz de onları dinleyip dinleyip sabahlara dek aşklayacağız, bir japona aşık olacağız, bu gecelerin adamı olamazsak eğer ezberleri bozacak, elleri havada üçyüzkırkbeş kere şakşaklatarak “ay inanmıyorum hala ve hala hepsi benim mi?”, “hadi bakalım kolaysa başına gelsin” zırvaları ile mutluluk nöbetleri geçirirken bir yandan ter ter tepineceğiz. Dört notadan fazlasını kullanmadan yapılan sayıklamalar beste diye yutturulmaya devam edilecek. Altmışlı yılların türk rock zihniyetiyle yapılmış türkü uyarlama saçmalıklarını, özgün müzik gibi uyduruk isme sahip (Hııı.. Tabii.. bu özgün öbürküler değil) sazlandırılmış davudi sesli vıyıltıları ve de arabEKs denen türler arası kombinezon pardon kombinasyonu saymıyorum bile.

Affınıza sığınarak şuraya bir saplama yapasım var:
Bir poptristin not defterinden unutmamak hep hatırlamak babından aldığı notlardan alıntıdır;
1- İki yılda bir albüm çıkartılacak (Nerden?)
2- İki ayda bir bir bilemedin iki duayen ziyaret edilip şarkı edinebilmek için ona şirin ötesi görünülecek.
3- İki yılda bir albüm çıkartmak sıkıyorsa, (zorsa yani) yılda bir singıl olmazsa olmaz.
4- Single albüm tutmadıysa eskilere tutunulacak, nostalji yapılacak, gerekirse arabeskin dik alası da olabilir.
5- Slikonlar takınılıp, yer çekimine “Dur!!!” denilecek.
6- Dudaklar ebediyete kadar büzüştürülüp, konuşulan ya da poz verilen her kimse onunla aramızda konuşlanmış ama görmesi ölümlüye namümkün bir nokta seçilip gözler belertilerek tam o nokta süzüm süzüm süzülecek.
7- Yılda 15 kilo şişilecek, manşetler eşliğinde bu şişkinliklerden kurtulunulacak, zayıflamanın reçetesi her sene, her sene tekrar tekrar bıktırasıya kadar yeniden verilecek.
8- Manşetlerce ve TV dedikodu programlarınca unutuldukça hatırlanmayı mümkün kılan eylemlerin hepsi mübah.
9- Daha çok dekolte.
10- Çok unutulursak mümkün olan her yere svaroski taş yapıştırıp bunları dükkan tutulup orada satılacak
11- Albüm/Single çıkınca Beyaz, Okan ve diğerleri o hafta sırasıyla ziyaret edilip “ay ne esprili, ne kültürlüyüm ki ne çok diyecek lafım varmış” yapılacak. Sorulacak olursa “üç yaşında sahne tozunun yalanmadan yutulduğu, bu tozun öksür öksür çıkmadığı” anlatılacak.

Her güzel alıntı gibi bunun da sonu varmış. Bunu zaten söyledim, ama gelin görün ki aşk böyledir önce sevdirir sonra sopa sopa cancaazlarım.

Adam/kadın bir şekilde bir şarkı ile şöhret ile haşır ve neşir olmaya görsün, önümüzdeki 40 sene şarkı yapmak mecburiyetinde gibi, tiraj arttırmak peşinde türlü ucubelikle karşımıza çıkıyor be kardeşim. Devlet memurluğu da değil ki bir emekliliği yok bunun ki, jübilesi yapılsın, gitsin bir daha geri gelmesin. Ölünceye değin yirmilerinde yaş görüntüsü hedefleyerek beş yaşındaki çocuk aklı ile zıp zıp zıplanılacak karşımızda. Olgunluğa eriştiğine kanaat verince de, yani kalça geri dönüşü olmaz biçimde korselerden taşmaya başladığında diyelim, Basen bölgesini gizlemek için o yöreyi komple örten kazaklar giyilip sağ omuz olabildiğince açılacak ki dikkatler gerden boyun omuz üçlüsü arasında gitsin gitsin geri gelsin. Bu arada botokslu dudaklar yüzün ortasında anlamsız biçimde ancak ve ancak patlangaç adı verilebilecek bir çiçek şeklinde büzüştürülecek. Bu eylemler sonucunda doğuştan gelen ve sözüm ona saraylılara yakışan bir doğallık sergilenecek. Yahut da enişte beyler göbekleri çifte korse ile gizleyecek. Mamafih botokslar sarktığı için bir dudağı yerde olan mosmor suratı ve olabildiğince önce dişlekleştirilmiş sonra bembeyazlaştırılmış bir diş yapısı ile derin uykusundan az evvel uyanan gözleri mahmur zombi misali manasız bakılacak. 45 sonrası 25lik ve de doğallığın dış görüntüsü bunlar olacak – ki içi kendilerini dışı ne canları yakacak.

Bu işin kuralı bu şimdilik.

Gelişen bir şey yok.

Sabah uykudan fırlayınca radyoda boşuna güzel şarkı aramanın yeri ve zamanı değil.

Hep aynı, hep aynı.

Resim: Renee

19 Ocak 2011 Çarşamba

Yanıtları Uydurulabilen Sorular

Düşündüm de;

Lokantalarda birbuçuk porsiyon ya da tıka basa bir aileyi dolduracak kadar çok çeşidi ısmarlayıp da yanında neden vicdan azapta gerek misali diyet içeceği isterler? Zayıflamak için mi? Zayıf kalmak için mi?

Bankalarda kasa dairesinin kapısı mesai saatlerinde ardına kadar açık dururken değeri elli kuruş etmeyen tükenmez kalemler neden ipinden bankoya zaptedili durur? Kalem mi değerli yoksa insanların uğruna birbirlerini öldürmekten kaçınmadığı para mı? Yoksa gönülleri mi zengin değil?

Sokakta parkedilmiş arabaların en ucuzundan en pahalısına hepsinde alarm takılı. Yoldan geçen biri arabayı dürtse, ya da ağır bir vasıta anidan hızla seyretse cümle alarm faaliyete geçer. Çeşit çeşit kafa tırmalayan ses sokakta yankılanıp civarda oturanları rahatsız eder. Balkona çıkıp bakarız, bunun sahibi nerelerdeleniriz de sahibi çıkmaz. Alarm çalar çalar susar. Arabanızın alarmı çaldığında evde kaygısız oturup kendi kendine sesini kesmesini beklemek mi gerekiyor yani? Ya arabayı çalıyor olsalar, umursanmayan alarmmı koruyacak arabayı?

Kedilerin farelere kayıtsız kalamadığı söylenir, fare etinin pnlar için doğal besin olduğu söylenir. Madem öyle hem kediler şenlensin hem haşerat bir hayvan türü bir miktar gözlerden ırak olsun, neden fareli kedi maması üretmezler?

Nuh gemisine hayvan, börtü, böcek doldururken neden bir iyilikte bulunup da sivrisinekleri geride bırakmayı akıl etmedi acaba?

Üzerinizdeki yün kazağınızla yağmurda kalır ve ıslak kazağınız üzerinizde kurursa çeker küçülür. Yağmura yakalanan koyunlar neden çekip küçülmüyorlar?

Uçakların hiçbir koşulun imha edemediği kara kutuları vardır. Uçak düşer, herşey lime lime olur, kutu yine kara kutudur bir şey olmaz. Ararlar bulurlari kutudakş kayıtlardan uçağın nasıl düştüğünü anlarlar. Peki o halde niçin uçakları kara kutu gibi düştüğü, yandığı, suyun dibini boyladığı vakit hasar görmeyecek biçimde üretmiyorlar bir türlü?

Bir cilt hastalığımız olmadıkça çoğumuz güneşe yayılıp yattığımızda ya da güneş altında fazla turladığımızda tenimiz koyu tonlara doğru renk değiştirir de aynı güneşin altındaki kumral ya da sarışınların saç renkleri deriler koyulaşırken neden daha açık tonlara dönüşür?

Lotodan ikramiye kazananların isimlerini gazetelerde görüyoruz da bugüne kadar neden hiçbir falcıya ya da astroloğa ya da TVlerde boy gösteren medyumumsulara büyük ikramiye çıktığını duymadık hiç?

Terzi kendi söküğünü niye dikemesin? Olsa olsa domuzluğundandır domuzluğundan…

14 Ocak 2011 Cuma

Monica Zor Durumda

Monica güzel bir kadın. Allah vergisi bir güzelliği var, katkısız dipdiri dudakları, yerçekimi kurallarını hiçe sayan göğüsleri, adım attıkça dalgalanan saçları, kalçaları var. Dağların, tepelerin, yemyeşil ormanların, bereketli toprakların, yeşilliklerin, ırmakların kadını Monica. Monica bir anne, çok güzel bir kadın. Üç bir yanı denizlerle çevrili Monica'nın. Her güzel gibi bahtı kara, üzerinde göz var yani nazar değmiş. Kendisi güzel ama Monica'nın geçtiği yollar meşeli. İşi zor bu yolda, meşeler arasında Monica’nın.
* * * * *

Eve geldim. Buzdolabından kocaman bardak dolusu buzlu su, televizyonun karşısına geçip ayaklarımı uzattım kanepeye. Kedi geldi izin ister gibi baktı yüzüme. “Gel” deyince atladı, yerleşip kucağıma oturdu usulca. Sinema kanallarını dolaştım. Festival filmleri kanalında Gaspar Noé’nin filmi. Alt geçitte geçen meşum mizansen. Monica zor durumda.

Kadına uygulanan şiddeti bu kadar netlikle veren başka film görmedim. O kadar rahatsız edici. Tecavüz ve öldüresiye dayak. Tecavüz eden, tecabüz edilen ve burunlarına kadar dayanmış kıpırdamayan kamera seyirciyi bu insanlık dışı ama insanlık tarihi boyunca var olmuş sahnenin ortağı yapıyor. Filmi önceden görmüştüm merakımdan izlemeye devanm ettim; TV kanalı neyi ne kadar gösterecek diye.

Tecavüz sonuna kadar kesintisiz orada. Erkeğin işi bitince kadının üzerinden kalkarken kesip bir sonraki sahneye geçmişler. Oldukça pornografik sahne başından sonuna kadar orada, adam kalkarken erkeğin çıplaklığına sansür. Tecavüz sonrasında izlemsi zor bir dayak sahnesi var oraya da makas. Heme sıradaki mizansene geçiliyor. İzleyenler bilir Irreversible isimli filmin akışı sondan başa doğrudur. Bir önceki sahne aslında kronolojik olarak tecavüzden önceki olaylar. Monica bir ev partisinde. İçki, sigara ve uyuşturucu. Sigaraların gözükmemesi için iyi çaba sarfetmiş kanal. Bulandırılıp ekstradan dumanlandırmış.

Yani biz sayın izleyiciler bir tecavüzü başından sonuna erkeğin aman diyeyim bir kenarı gözükmeden izleyip zevk alalım gülelim oynayalım. Tecavüz sonrası dayağı görmeyelim maksat kanal kapanmasın. Sigara zararlıymış gösterilmesin. Masumiyetimiz bozulmasın.

Ne büyük bir iki yüzlülük bu. Sorarım size Monica’nın geçtiği yollar neden meşeli?




13 Ocak 2011 Perşembe

Ölüme Yakın Duran Kedi

Çocukluğumda evimizin kapıları kedilere açıktı. Zaman zaman onları sahiplenmeye çalışırdık, evimizin daimi konukları olurlardı. Kediyi sahiplenmek mi? Bu konuda yanıldığımı anlamak için senelerin geçmesi gerekiyordu henüz. Siz kedileri değil kediler sizi sahiplenir, sahiplendileri müddetçe kalır, sıkıldılarmıydı gidebilirlerdi. Bazı kediler hep kalırlardı kedi ömürleri müsade ettiği müddetçe o da.


Kedilere evini açanlar bilirler. Kedi ölüme yakın durdu mu ortadan kaybolur. Yine sizinle aynı çatı altında kalır, ancak sizin insan gözü ile farkedemeyeceğiniz ancak kendi kedi gözünün çok önceden seçtiği gözden ırak düşecebileceği bir kuytuya saklanır ölmek zamanı geldiğinde. Çocukken kedilere dair dikkatimi çeken bir şey hastalandıkları zaman tüylerinin bayat balığa benzer bir kokuya büründüğü ve o koku duyulduktan sonra seçtikleri köşeye saklanmaya gittikleriydi. Kediyi ne kadar seviyor olsanız da, onu saklandığı yerden çıkarıp alıp kendi yaşam alanına çekiyor olsanız da, onun yine başı öne düşük kuyruğu bacaklarının arasına sıkışmış vaziyette çıkarmaya çalıştığınız gizli, huzur veren son yuvasına geri döneceğiydi.


Tüylü sakin dostlar ölümü ve acıyı paylaşmayı sevmiyorlardı. O son anları huzur içinde bir başlarına yaşamayı seçiyorlardı. Ölümün elinden tutup sizi bırakarak gittikleri gün arkalarından gözyaşı dökmeniz, bahçenin yine kuytu bir köşesine gömerek yasını tutmanız ise serbestti.


Geçtiğimiz yaz, zor günlerin yazı idi. Hastane yaşamına dair tecrübe edinme yazı idi. Annemin geçirdiği iki ameliyat sonrasında yaklaşık kırk gün kadar İstanbul’da bir hastahanede refakatçi günleri idi. Refakatçiler arası dostluğu, paylaşmayı öğrenme yazı idi.


Kedisever refakatçiler bahçedeki kantini ev bellemiş bir kedi ailesini kaşarlı ve sucuklu tostlar ile yada günlük tabldottaki yemek artıkları ile besliyorlardı. Anne kedinin bir gözü mavi diğer gözü tuhaf bir yeşil renkteydi. Üç yavrusu vardı; gri, alacalı ve tekir yavrular. Anne kedi bahçedeki kameriyelerden ağaç altında olanın üzerine zıplıyor ve yavrularını orada emziriyordu. Kameriyenin üzerinde temmuz güneşine kendini siper eden bir ulu ağacın ağacın gölgesi sayesinde kurtuluyor, yavruları süt emerken o yarı aralık gözlerini gurulu biçimde kırpıştırıypordu. Kameriyenin üzeri sadece hasta odalarından görülebiliyordu. Kediler için huzurlu bir köşe yaratırken kameriyenin çatısı, insanlar için birazcık gölge ve biraz esinti sağlıyordu. Ta ki drama sever bir kadın çığlığı temmuz sıcağını yırtasıya kadar:

- Ay burda kediler var.

Kadının canhıraş halini duyan godzilla benzeri bir yaratığın pençesi altında son nefesini verdiğini zannedebilirdi. O kadar uğursuz bir çığlıktı. Ben hasta odasının penceresinden aşağıya bakıyordum. Kedi her zamanki gölgesinde gözleri yarı kısık, minik kediler süt emmekten yorgun düşmüş uyku ülkesinin rehavet yüklü kapılarına serilip kalmışlardı. Kedileri benim gibi beslemekten hoşlanan bir kadın aşağıda çay içiyordu. Kantindeki görevlinin eli gölgedeki gri kediye uzanıp boynunda yakaladı aniden ve çekmesi ile minicik kafasını koparması bir oldu.

Ben aşağıya koşarak indiğimde diğer iki yavru da aynı akıbeti paylaşmış anne kedi kaçmıştı. Kedisever kadın çığlık çığlığa bağırarak bu yaptıklarının insanlık dışı olduğu haykırıyor, kantin görevlileri ve kantin sahibi deli kadın rolünü uygun gördükleri kadını alaycı bakışlarla – suskun - izliyorlardı. Çöp kutularından birisinin ağzını örten mavi naylon parçası rüzgar ile kıpırdayarak açıldıkça içeride birbirinin üzerine atılmış tekir, alacalı, gri tüy yumakları gözüküyordu.

Kadının isyanına bende katıldım ama kantinin suskun ve doğulu insanları ile iletişim kurmaya çalışmanın yararı olmayacağı belli olmuştu. Kadın bana dönerek “başhekime çıkıp şikayet edelim bunları” dedi. Başhekimin odasını bulduk, sabırla odasına dönmesini bekledik. Geldiğinde ısrarımızdan bıkan görevliler yanına girmemize izin verdi. Olayı anlattık kendisine. Başhekimin sözleri şaşırtıcıydı ancak şaşırtmamalıydı. Bu ülkede yaşıyorduk, kimse bir işe elini atmak, tabiri yerinde ise kimse yaralı parmağa işeyip bir nebze olsun faydalı olmak istemiyordu. Şunları söyledi sayın başhekim doktor:

- Bu işe beni karıştırmayın.

Kadınla birbirimize bakakaldık ve odayı terkettik. İkimizde susuyorduk geri dönerken. Susmak en kolayıydı.

Kantinden geçerken kantin sahibinin çalışanlarına taslar içinde kuruyemiş ikram ederek ödüllendirdiğini gördük. Ne de olsa üç kedi yavrusu ve iki zibidinin olay çıkarması hadisesini bertaraf ettiğinin bilincindeydi adam.

Kediyi aradık bahçede, kameriyeden biraz uzaktan kuytu bir delip bulmuştu. Korku ile bakıyordu resmini çektiğimde. Kadın eğilip okşadığında kaçmadı. Kıpırdamadı bile. Sonra hastane odasına doğru yola koyulduk. Kadın ellerini kokladı, bana dönerek “biliyor musunuz, kedi balık gibi kokuyordu” dedi.


12 Ocak 2011 Çarşamba

Amanda'nın Yılbaşı Partisi

"Amanda'nın halleri anlatmakla bitmez" demiştim son olarak. Elini uzattığı zaman tutkuyla uzatır Amanda. Tutar bir ucunda bırakmaz çekiştirir. "Hayır" kelimesini yanıt olarak kabul etmeyi sevmeyenler sülalesine mensuptur Amanda. Tutturmayı sever uzun lafın kısası. Kurtulmak istiyorsanız "evet"i basacaksınız, mecburen. Hayır demeye cesaret ettiniz diyelim, yani dirayetli olma konusunda kurallarınız var, bu şahsa da uygulayalım dediğiniz vakit yandığınızın photoshopsız remidir. O an için kazanılmış başarı, sonrası için bitmek tükenmek bilmeyen bir kafa ütülemeye dönüşebilir.
2009 sonuna doğru, yılbaşından yaklaşık bir ay kadar önce Alistair & Amanda ile kedilerinin evine önce e-mail ile yılbaşı partisi için davet edildim. "İçeceklerin ve kendin dışında başka bir şey getirme" diyordu davet postası. Ne yalan söyleyeyim aklımda "Ya elbiselerim?" suali geçmedi değil doğal olarak. Çünkü aslında ben var ya ben; elbiselerimsiz hiç bir şey değilim. Belki iyi günümde bön bir et parçası o kadar onun dışındaki hallerimi alıklığıma verin nolur. Neyse lafı dolandırmayayım. Pek içim almadı Amanda'nın partisine gitme fikrini. O yüzden e-mailin altında yer alan "lütfen cevap verin" ricasında belirtilen tarihe kadar sallandırdım cevap vermeyi.
15 gün sonrasını işaret ediyordu "LCV" notu. O sabah posta kutumda yeni bir e mail buldum "Vladimir el-cevap" olarak özetleyeceğim bir elektronik postaydı. Evet dedim çaresiz gönderdiğim yanıt iletisinde. Aslında ilk başta teşekkür edip başkaları ile bir plan yaptığımı uydursaydım evet demek zorunda kalmazdım. İhmalkarlığım yüzümden yeni yıla Edi ile Büdü familyasının yanında girecektim.
Günleri geri saymaya başladım. Bu arada benden başka kimlerin davetli olduğu konusunda arkadaşlarımın ağızını aradım. Oh 12 kişi falan gidiyordu. Bu iyiydi. İçtim mi eğlenebilirdim bile. Kediler falan, yeni yıl partisi. Oh iyi bile olabilirdi.
Amanda'nın kocasından bir e-mail geldi partiden bir hafta önce. Kontrol ettim diğer arkadaşlara da gelmiş.
Amanda'nın beklediği gün geldi, saat sekizde başlayacak partiye dakika dakika yaklaştık. Ben sekizde çıksam onbeş dakikada giderim hesabındaydım. Sekize çeyrek kala Alistair aradı. Amanda'nın sinirleri bozulmuş, partiyi iptal ettiklerini söyledi. Özür diledi. Bir kaç ay sonra bahar partisi düzenleyeceklerini ona davet edeceklerini söylediler.
Partiye davetliler aramızda bir telefon trafiği çevirip arkadaşlardan birsinin evinde toplandık. Spontane gelişmesine rağmen güzel bir yılbaşı gecesi yaşadık.
Sonradan öğrendik ki Amanda parti vermekten son dakikada vazgeçmiş kocasının patronlarından birisinin düzenlediği yılbaşı partisine katılmaya karar vermişler.

11 Ocak 2011 Salı

Naif Süper

Benim iki arkadaşım var. Biri iyi, biri kötü. Bir de abim var. O benim kadar sevimli olmasa da idare eder.

Abim seyahate çıktığı için dairesini ben kullanıyorum. Güzel bir daire. Abimin epeyce parası var. Neyle uğraştığını Allah bilir. Pek iyi takip etmiş sayılmam. Ya bir şeyler satıyor ya da satın alıyor. Şimdi yurt dışarda seyahat ediyor. Nereye gideceğini söylemişti. Bir yerlere yazdım. Afrika olabilir.

Bana bir faks numarası verdi ve ona gelen mektuplarla mesajları faksla yollamamı tembih etti. Benim ufak işim de bu. Basit ve kolayca kıvrılabilir bir iş.

Bunun karşılığında da evinde kalabiliyorum.

Buna minnettarım.

Tam da ihtiyacım olan şey.

Kafayı dinlemek için biraz zaman.

Yaşamım son zamanlarda azcık tuhaflaştı. Her şeye karşı ilgimi yitirdiğim bir noktaya vardı.

* * *
Dün sahip olduklarım ve olmadıklarım hakkında bir liste yaptım.

Sahip olduklarım şunlar:
- İyi bir bisiklet
- İyi bir arkadaş
- Kötü bir arkadaş
- Bir abi
- Anne, baba
- Büyükanne ve Büyükbaba
- Büyük bir öğrenci kredisi
- Üniversite diploması
- Fotoğraf makinesi
- Bir avuç (ödünç) para
- Yeni sayılabilecek bir çift koşu ayakkabısı
Sahip olmadıklarım şunlar:
- Planlar
- Heves
- Sevgili
- Bir şeylerin birbiriyle uyumlu olduğu ve her şeyin sonunda yoluna gireceği duygusu
- Kazanan bir kişilik
- Saat
Listeye bugün her göz attığımda, sahip olduklarımın sahip olmadıklarımdan daha fazla olduğunu farkettim. 11 adet şeye sahibim, 6 adet eksiğim var. Bunun iyimser hissetmeme yaraması gerekirdi.

Ama listeyi daha yakından incelediğimde, bunun dengesiz ve kötü bir hesap olduğu daha bir netleşti kafamda.

Sahip olduklarımdan bazıları olmadan da idare pekala idare edebilirdim ve sahip olmadığım birtakım şeyler, yaşamak istediğim şekilde yaşayabilmem için elzem gözüktüler gözüme.




Kitap: Erlend Loe - Naif. Süper
Çeviren: Dilek Başak - 2003 - Tavanarası Yayınları.

9 Ocak 2011 Pazar

Parlak Sarı Şey

Sen her zaman Gülümse derdin,
Sadece gülümse...


Fotoğraf: Paul Russell
Şiir alıntı: Münevver

7 Ocak 2011 Cuma

Ezberbozan

Kelimelere taktım bu ara kafayı, malum "Vladimir'in derdi" denen başlıktaki kimsenin derdi kelimelerle. Dert kelimelerle olunca derman bulması imkansıza yakın bir noktada duruyor, elini uzatıp tutup kendine çekemiyorsun. Ne diyeyim? Malesef öyle. Neyse biz işimize bakalım. Ezberbozan. İlk ne zaman duydum bu kelimeyi, 2007 yılı idi. Sözlük çemkirişmelerinin ortasındayken birisi bir diğeri için kullanmıştı: "Ablam ezberbozandır" diyordu, "adamın kafasına dan dan atıverir gerçekleri" Hakikaten de öyleydi, ezber kısmı değilse de kendi fikrini, hangi alanda olursa olsun tastamam ve dosdoğru kabul etmiş olup, kendi doğrularını zorla başkasına kabul ettirmedikçe karşısındakine, karşı fikirdekine söz hakkı tanımayacak denli agresifti. Sonra bir kaç kez daha duydum o kelimeyi.
Ezberbozan, kanımca, insanların doğru bildiği ama fena halde yanıldığı konuları, yaşam biçimlerini, yanlışları bir güzel bulup o yapyalnışlıkları dangadanak doğruları ile değiştrien kişi manasına gelen yeni uydurumlardan bir tanesi. Kelimenin altında yatan yanlışı bulan/yakalayan onu değiştiren kimsenin olabilme ihtimali ise oldukça romantik. Şık bir kelime yani. Güzel kelime. Ama bir çok güzelliğimiz gibi bu da görünüşte şık, işlevine baktığınızda kof.
Ne yanlışı? Neyi değiştirmesi? Yanlışın yerine hangi doğruyu koyma hayali? Ve hani nerede bunu yapmış kişi? Boğazımıza kadar klişelerin içinde direnebildiğimiz kadar yüzüp paçayı kaptırmamaya çalışıyoruz. Paçayı kaptıranlar ise boğulup gidiyor. Hangi klişemizin değiştiğini, yerine daha iyisinin kanduğunu gördünüz şimdiye kadar? "Gelen gideni aratır" gibi kaderci bir atasözümüz var. Kaç yıldır, kaç kere duydunuz bu lafı, kaç kere yakaladınız kendinizi bu sözü tekrar ederken? Bu coğrafyada lehinize değişmiş ne oldu bugüne kadar. Yok işte böyle bir ezberbozan. Olmayan ve bu coğrafyada asla olmayacak bir şeyin ismi ezberbozan, bir de olsa olsa zottirik bir şarkının aranağmesi, başka anlam yüklemeye gerek var mı?

6 Ocak 2011 Perşembe

Yeni Kelimeler

Türk Dil Kurumumuz var, orada istihdam edilenlerin boş boş oturup durduğunu sanıyorsunuz belki. Ama hiç de öyle değil. Oradakiler haldır haldır çalışıp canım dilimizi işgal etmiş kaka dil olan ingilizce kökenli kelimelerden bizleri kurtarmak amacıyla kafa patlatıyorlar. Gardiyan, mersi, broş, butik, bijuteri, deklare, şampanya, döpiyes, enfraruj, espritüel, jaluzi, humus, şarküteri, kamelya, kastanyet, kaşkol, lav, kozmetik, konsey, kuzen, magazin, manşet, menopoz, naif, narkoz, nü, oktav, objektif, subjektif, pisuvar, parke, poşet, pudra, şık, şarjör, radikal, rant, saten, sauna, sinema, sinerji, spor, sportif, trafik, teknisyen, trajikomik, teori, ultraviyole, vantilatör, veranda, ötanazi, ultrason, üniversite, şans gibi fransızcadan doğrudan dilimize ışınlanmış, onlarca yıl kullanılıp sineye çekilmiş kelimeler batmamış - ki yüzlerce fransızca kelime günlük hayatımızda fink atmakta - olmalı ki gözlerini ingilizceden dilimize sızmış kelimelere dikmişler.
Meğer haberimiz yokmuş TDK yabancı kelimelere savaş açmış, üstüne de 2010 yılı Temmuz ayında bir kılavuz yayınlayarak yeni kelimelerimizi duyurmuş. Zorlama ile dil olmuyor tabii. Bu kelimlereden bu satırların sahibinin duyarlı mı duyarlı kulaklarını tırmalayanlardan bir kaçı şöyle;
Anchorman: Ana haber sunucusu
Aspiratör: Emmeç
Bypass: Köprüleme
Billboard: Duyurumluk
Çip: yonga
Dart: Oklama
Eküri: Ahırdaş
Happy hour: İndirim saatleri
Klip: görümsetme
Light: Yeğni
Metroselsüel: Bakımlı erkek
Migren: Yarım baş ağrısı
Navigasyon: yolbul
Panik: Ürkü
Prime time: Altın saatler
Reenkarnasyon: Ruh göçü
Self-servis: Seçal
Sürpriz: Şaşırtı
Terör: Yıldırı
Zapping: Geçgeç
Yani üç beş ben gibi cahil hoppa fikirli yan yana otursak daha iyisini uydurabilirz gibi geldi bana. TDK gibi eski ve eski olduğu için de köklü bir kurum çeviri denen işin ciddiyetinden haberli olmalıydı aslında diye düşünüyorum. Daha ilk bakışta anchorman, terör, klip, dart, navigasyon kelimelerinde ciddi hatalar olduğunu farketmek mümkün. Ya türkçede de kabul görmüş orijinal anlamı karşılamakta yetersiz kalmış, ya yabancı dildeki manasına uzak düşen anlamlar tüklenmiş, ya da ismi tutup fiil haline getirmişler.
Her neyse TDK iş başında. Ben alışverişe çıkıyorum. Dostlar gelsinler, beni bir de alış verişte görsünler.

İzmir Kedisi Kirloş

İzmir'de evimin onunde ufak bir park var. Parkın öndeki girişinin sol tarafı ile asfaltın arasında kalan bölmede üç adet çöp konteynırı bulunuyor. Park bir yanda, çöp kutuları obur yanda.. Eeee bir de benim gibi en az on tane kedi besleme delisi kategorisinden mahalle sakini olunca etrafta, duyan kedi geliyor tabi. Kirloş parkın yeni sakinlerinden. Upuzun tüyleri, oyuncu ve insansever tabiatına pek güzel eşlik eden kendini genelde muziplikle ifade etmesine sebebiyet veren bir mizacı var. Bir de her daim ürkek ve telaşlı hali.

5 Ocak 2011 Çarşamba

The Event

Lost'un ikinci sezonunu berbaer izlediğim bir arkadaşıma "6. sezon bitiminde bunu sağlam bir finale bağlamazlarsa seyirci fena yapacak bunları" demiştim. Sanki seyircinin bir gücü varmış gibi. Netekim Lost iyi bir finale bağlanamadığında sadık seyircisi beşinci sezondan beri bu işin bir yere varamayacağını aslında gayet iyi biliyordu. Lost konuyu toparlamadan bitip gitmekle kalmadı seyircinin dizi filmlerle ilgili kalite beklentisini yükseltti. TV izlemeyi sevmediği halde dizi film izlemeye merak salmış yeni bir seyirci türü oluştu. Düzgün yazılmış, iyi oynanmış, kurdulanmış, seyircisinden hep bir kaç adım önde olan, sağ gösterip sol vuran dizi filmler beklenir oldu.


"Mad Men" ayrı bir kulvarda seyreden, dört dörtlük bir TV dizisi olarak çıktı karşımıza. Dördüncü sezonu arkasında bıraktı. Lost severler tanıtımlarına bakıp "Flashforward"ı bir halt sansalar da daha pilot bölümde yerle yeksan oldu o proje, birinci sezonu bitirince defteri dürüldü. Keza büyük ihtimal ile "Lost" a ilham kaynaklığı etmiş 6o'lı yılların dizisinden "The Prisoner" dan uyarlanan aynı isimli dizi de ilk sezonu zor bitirdi. Rafa kaldırıldı. Lost'un yerine koyacak yeni bir dizi bulmaktan ümidi kesmişken "The Event" çıktı karşımıza.
Sean Walker nişanlısı ile çıktığı lüks deniz yolculuğunda bir komplonun tam ortasına düşer. Nişanlısı kaçırılır, nişanlısının geziye katılmamış aile bireylerinin başına türlü işler gelir. Kız kardeşi kaçırılır, annesi öldürülür, pilot olan baba kızlarını sağ görmek istiyorsa talimatı izleyip bir suikastte darbeyi vuran kişi olmak zorunda kalır. 64 yıl önce Alaska'da araçları bozulmuş bir grup yakalanacaklarını anlayınca ikiye bölünmüş ve kadın olan liderleri ile birlikte gizli bir hapishanede onlarca yıldır konuşturulmaya çalışılmaktadır. Gruptan, kaçmayı başaran bir bölüm ise insanların yeni buluşlar yaparak bilimde ilerlemesini sağlarlar ki insanlık bu grubun ana gemilerini tamir edebilecekleri teknolojiye kavuşabilsin. Zaman bu gruptakiler için yavaş ilerlemekte, yaşlanmamaktadırlar. Sean, nişanlısı ve kız kardeşinin yolları bu gruptakiler ile kesişir. Flashbackler ve hızlı kurgudan kazandığı büyük bir hıza sahip olan dizi her bölümünde tırmanan ve soru işaretlerini arttıran bir olay örgüsüne sahip.
10. Bölümü yayınlanan dizi Şubat sonuna kadar tatile girdi. Nihayet Lost'un yerine konulabilecek bir dizi. Baş roldeki Jason Ritter çok doğal bir oyuncu sanırım ilerideki yıllarda adını çok daha fazla duyacağız. İyi bir dizi ile sıkı bir aktör çıkıyor seyircinin karşısına. Holywood bu yeni yıldızı kaçırmaz, değerlendirir.

4 Ocak 2011 Salı

Nankör Köpek

Yeni yılın ilk haberlerinde TV kanalının haber dairesi bir iş başardı. Demek hafta içinde de hafta dışında da romantik sosa bulamaktan adamlara da bıkkınlık gelmiş. Bu defa bir gerçeğe yer verdiler, haber değeri taşıyan bir haber armağan ettiler izleyicilerine.

Söz konusu minik facia dolaylı olarak kedi severleri ilgilendiriyor. Yıllarca "nankör değiller, onlar kişilikli hayvanlar, canlarının istemediği şeyleri yaptırmak imkansızdır" demekten dilimizde tüy bitti. Çok üstüne varırsanız, en fazla bir pati darbesi ile çizer, kaçar kedi. Ama ya köpekler öyle mi? Yıllardır geyiği yapılır, klişelerimiz şenlensin maksat: "Köpek adamı ısırırsa haber olmaz ama adam köpeği ısırırsa haber olur". Öyle derseniz olacağı buydu zaten köpek aldı en sonunda intikamını. Ama ne pahasına? Nankör olarak adlandırılmak pahasına. Olay Konya dolaylarında vuku bulmuş, avcı köpeğini, tüfeğini alıp av yollarına koyulmuş. Pusuya yatmış yanına tüfeğini uzandırmış, o sırada ortalıkta boş boş gezen av köpeği gözüne ilişmiş. "Gel seveyim" buyurmuş. Kediyi çağırsan "gel seveyim" desen, biraz zor gelir durduk yere. Bu köpek gitmiş çağrıyı duyunca, hem de sevine sevine, güle oynaya. Patileriyle dansetmiş tüfeğin üzerinde. Tetik çekilmiş aniden, ava giden avcı yemiş mermiyi. Geçmiş olsun avcıya. Dediğim gibi bir kedi en fazla tırmalar, belki zayıf ihtimal, biraz kenarından ısırır o da çok zorda kalırsa. Ama tetiği çekip sahibini kurşunlamak. Görülmemiş nankörlük.



"TV kanalının duygu koordinatörü (anchorman) ne dedi acaba bu işe?" O da ayrı bir merak mevzuu.

2 Ocak 2011 Pazar

1 Dakika Ve 56. Saniye

Blue Velvet'in tam 1 dakika 56. saniyesinde aşağıdaki resim var. Jenerik başlamış bitmiş, kamera bizi almış bir amerikan kasabasına götürmüştür bile. Sıradan, görünürde mutluluktan zıpzıp zıplayan kasabada gezinirken bahçesi beyaz çitlerle çevrili evin bahçesindeki çiçeklerin üzerinde durur kamera. Henüz o mutluluk maskesinin ardında ne gizlendiğini filmin baş karakteri Jeffrey Beaumont kadar biz de bilmiyoruzdur, masumuzdur an itibariyle. Henüz çitinin etrafında sarı laleler ekili eve gelmemiş ve henüz ardıç kuşunun anlamını çözmemişizdir. Henüz bir dakika olmuş üzerine 56 saniye geçmiştir, koskocaman bir film vardır önümüzde.


1 Ocak 2011 Cumartesi

Catfish

Şu anda çok kötü bir şey yapmak üzereyim. Yılın son günlerinde senenin en güzel filmlerden bir tanesini izledim ve bu filmi hakkında hiçbir bilgi edinmeden izlemenin yapılacak en hayırlı iş olduğunu biliyorum. Buna rağmen bu film hakkında yazmak istiyorum. O yüzden sizden ricam eğer Catfish'i izlemediyseniz lütfen bu yazıyı okumayınız.


Catfish Sundance film festivalinde yıldızı parlamış bir dokümanter film. Filmde yer alan kişiler gerçek. Aktarmaya çalıştığı konuyu; merak, yalanlar ve internet olarak özetleyebilliriz. Ancak filmde anlatılan olayların gerçek olamayacağını iddia edenler de çoğunlukta. İzleyince kararı sizin vereceğiniz filmlerden bir tanesi ile karşı karşıyayız.


Nev Schulman yirmili yaşlarda New York'lu bir fotoğrafçı. Kardeşi Ariel ve arkadaşları Henry Joost ile aynı evi paylaşıyorlar. Kardeşi ve Henry amatör olarak filmler yapıyorlar. Nev dansçı fotoğrafları çekiyor. Çektiği resimlerden bir tanesi gazetede ve gazetenin internet sitesinde yayınlanıyor. Bir kaç ay sonra Michigan'ın kasabalarından birinden Abby isimli 8 yaşındaki bir kız çocuğu Nev ile temasa geçerek, ona gazetedeki fotoğrafa bakarak yaptığı yağlıboya tabloyu gönderiyor. Nev çekmiş olduğu fotoğraftan yapılmış resimden etkileniyor. Abby'ye üzerinde çalışması için yeni fotoğraflar gönderir. Her fotoğraf geriye yağlıboya tablo olarak geriye döner.


Nev Abby'nin ebeveynleri Angela ile Vince ve Ablası Megan ileinternet üzerinden tanışır. Facebook'ta birbirlerini eklerler. Megan müzik yapmaktadır. Aile Nev'e koliler gönderip onu şaşırtmaktadır. Nev'in kardeşi ve arkadaşı internet üzerinde gelişen dostluk ilişkisini dokümanter film haline getirmeye karar verir. Filmin müziklerini megan'ın gönderdiği MP3 kayıtlarındaki müzikler ile yapacaklardır. Bu arada Nev ile Megan arasındaki ilişki hızla romantik yöne kaymaya başlar. Sürekli cep telefonu ile mesajlaşlaşılmakta (1500 mesaj), arada telefon ile görüşülmekte, internette yazılı sohbetleşilmektedir.


Nev, Ariel ve Henry Abby'nin yaşadığı yere yakın bir yerdeki dans festivalline katılacaklarını bildirirler ve onlardan uzun bir süre orada kalacakları için gelmelerini, beraber vakit geçirmeyi talep ederler.


Festival için otele vardıklarında chatleşirken Megan'ın Nev'e gönderdiği bir şarkının başkasının facebook videolarından alındığını farkederler. BU olaydan sonra düşündükçe ve mesajları birbirleri ile karşılaştırdıkça bu aile hakkında yolunda gitmeyen bazı izleri farkederler.


Bunun üzerine habersizce aleyi ziyaret etmeye karar verirler. Sonunda ne ile karşılaşacaklarını bilmedikleri bir yola koyulurlar. Bu insanlar gerçekten var mıdır, yok mudur? Merakla koyuldukları yolculuğun sonunda neler yaşayacaklardır? Vardıklarında yalanlar katman katman açılır, arada gerçek olduğunu düşündürenlerin izleri belirir ta ki en altta yatan "insan" tüm çıplaklığı ile ortaya çıkıncaya kadar.


Dokümanter bir filmin merak unsurunu filmin yarısında ortaya çıkartıp, buluşma anından sonra izleyicisinin zekası ve duyguları ile kedinin fare ile oynadığı gibi oynaması ve bunu basit çekimler, gizlenmiş kameralar, elbiselere saklanmış mikrofonlar ile başarabilmiş olması bir mucize. Film bittiği ana kadar baş karakterlerden birinin sırlarını ele vermeye devam etmesi dahası film bittikten sonra yazılar geçerken arada facebook sayfalarının görüntülleri üzerine konuşmalar girip katmanların açılmaya devam etmesi çok etkileyici. Filmin finaline doğru"Catfish"in öyküsünü Vince'in ağzından dinlemek ise büyük keyif. Bu ad nerden çıkmış diye düşünmektense o da aydınlanıyor film bitmeden.

Uzun zamandır beklediğim sinema keyfini böyle minik bütçeli, mütevazi bir filmden alabilmiş olmak da yeni yıl hediyesi sanki.




Filmin bir kaç fragmanı var her biri birbirinden etkileyici.