26 Nisan 2010 Pazartesi

Siz Yaşayanlar

Du Levande 2007 yılında gösterime girdiğinde bir çok olumlu eleştiri almış bir film. Ancak filmi izlerken kahkahalarla gülenler olduğu kadar, filmdeki melankolik havaya kapılıp mutsuzluğa kapılanlar da var. Bir çok insan sonuna kadar izleyemeyip sıkıntıdan patlayabiliyor. Benim için ilk kareden başlayarak sonuna kadar soluksuz izlediğim bir film oldu.

Film tamamen amatör oyuncularla çekilmiş, yerinden kımıldamayan bir kameranın önünden geçen durumlar, insanın tadabileceği türlü duygular üzerine. Sanki bir odanın kenarına bırakılmış bir kamera gizlice kaydediyor ve önünde insana dair türlü duygu sel halinde akıp gidiyor. Dikkatli bir film izleyicinin bu sele kapılmaması, kendinden bir şeyler bulup bir biçimde filmin içine dahil olmaması çok zor. Kameranın önünde yer alan insanlar o kadar gerçekçi oynuyorlar ki, bunu yakalayabilmek için defalarca prova edilmiş olması, en ince detaya kadar önceden milimi milimine hesaplanması gerektiğini filmi bitirdiğinizde anlıyorsunuz. Filmin tamamına yakını hareketsiz bir kamera ile çekilmiş. Yalnızca iki sahnede kamera hareketleniyor, bir toplantı sahnesi sonunda iki saniye kadar ve çok sayıda bombardıman uçağı şehrin üzerinde gökyüzünde sessizce süzülürken. Bu haliyle film dergi köşelerindeki tüm diyeceğini bir karede anlatmaya çalışan karikatürlerin verdiği duyguyu izleyicisine geçiriyor. Abartılmamış, rafine ve özet.

Roy Andersson isveçli bir yönetmen. 1969 yılında sinema okulundan mezuniyeti sonrasında artık 40 yılı aşan meslek hayatına dört film sığdırmış. İlk filmi “A Swedish Love Story” onsekiz yaşından küçük iki sevgiliyi anlatan bir dram ve İsveç de olduğu kadar çok sayıda ülkede seyirciye ulaşabilmiş. İkinci filmi “Giliap” döküntü bir otelin lokantasında garson olarak işe başlayan bir adamın öyküsüne odaklananıyor, 1975 yılında yayınlanan bu film hem maddi anlamda hem de seyirci nezdinde fiyaskoya dönüşmüş bir çalışma. Bu başarısızlıktan sonra Andersson sinemaya yirmi küsur yıl ara vererek reklamcılığa odaklanıyor.

1996 yılında yeniden bir film projesi üzerinde çalışıyor. Film 2000 yılında “Songs from the Second Floor” adı ile Cannes Film Festivali’nde prömiyerini yapıyor ve festivalin üçüncü prestijli ödülü olan Jüri Özel Ödülünü kazanıyor. Yönetmenin 2007 yılında tamamlanan dördüncü filminin İsveççe adı “Du Levande” ancak çoğunlukla “You, the Living”.ismi ile tanınıyor. “Siz yaşayanlar” anlamına gelen bu ifade filmin başında da yer alan Goethe’nin bir sözünden esinlenilmiş: “Siz yaşayanlar; sıcacık ısıtılmış yatağınızda mutlu yatın, ta ki dışarıya çıkıveren ayağınızı Lehte Nehri’nin buz gibi soğuk dalgası yalayıncaya kadar” (Lehte nehri, unutamamanın, gizleyememenin nehri)

Film finansal problemlerden ötürü üç yılda çekilebilmiş. Amatör oyunculardan istenen performans elde edilinceye kadar defalarca prova yapılmış ve tüm sahneler en az on defa kaydedilmiş.

İnsan duygularını en saf hali ile anlatmaya çalışan filmin en ilginç yanı ise belli başlı bir konusunun olmayışı. Filmde aktarılmak istenen bir olay örgüsü yok. 50 küsur farklı mizansende önümüzde duygusal patlamalar yaşayan insanları izliyoruz. İsveç’in soğuk havasını yansıtacak bir görüntü yaratabilmek amacıyla gri yeşil arası pastel tonlar hakim. İsveç’e bakarken sanki yanı başımızdaki evde yaşanan olayları izliyoruz. Çok az diyalog ancak çokça vücud dili ile anlatılan birbiri ile bazen kesişen olayları izliyor, bir sahnede gördüğümüz kişiyi diğer sahnede kıyıdan köşeden görüp tanıyoruz. Başlangıçta izleyenin “absürd görünümlü, sürreal” diye tanımlayabileceği film giderek daha gerçeklik kazanıp, ardından tekrar uçuşa geçiyor.




Konusu olmayan bu filmde neler mi anlatılıyor? Her şey neredeyse çıplak diyebileceğimiz bir odada başlıyor. Tüm eşyası bir masa, bir kanepe, bir de Picasso’nun “Don Kişot” resminin siyah beyaz röprodüksiyonundan ibaret. Kanepede şehrin bombalanmasından korkan adam uyuyor. Bir lokantanın mutfak bölümündeki pencereden aşçı başlığı giymiş kafalar uzanıyor, sadece gözleri ve şapkaları görünüyor merakla dışarıdaki sesin nereden geldiğini izliyorlar aniden sıkılıp işlerinin başına dönüyorlar. Sesin kaynağını yavaş yavaş görüyoruz, dört tekerlekli bir örümceğe tutunarak ağır ağır ilerleyen yaşlı bir adam var. Yürümesine yardımcı olan düzeneğe kayışından bağlı bir köpek var. Kayışa dolanan köpek ayağa kalkamıyor, sırt üstü, havlaya havlaya yaşlı, sağır adam tarafından çekiliyor. Az konuşan sevgilisi ile sürekli tartışan, yani hep kendisi konuşan kilolu bir kadın var, bir motosikleti olmasını hayal ediyor, motosikleti olsa binip gidecek “pislik” dediği bu hayatı yaşamaktan kurtulacak. Nefesli çalgı ağırlıklı bir orkestranın elemanları evlerinde kendi bölümlerini prova ediyorlar, provalar çalmalarını geliştiriyor olsa da komşuları ya da eşleri ile ilişkilerine olumlu katkıda bulunmuyorlar. Tuba çalan adamın karısı çığlık atarak kapıyı çarpıp çıkıyor, duvardaki resimler akvaryuma giriyor. Alt kattaki komşu gürültüye sinirlenip süpürge ile tavana saldırıyor, duvardan parçalar kopuyor. Karşı apartmanda ki sigarasını balkonda içebilen adam istifini bozmayan tuba çalan adamı ve sinir krizi geçtiren adamı aynı anda dikizliyor. Halı satıcısı adam halı satarken aniden sinir krizi geçiriyor. İlk okul öğretmeni kadın zil çaldıktan sonra sınıfa girmek için kendisini toparlamaya çalışıyor, halı satıcısı kocası kavga ederken kendisine cadı dendiği için gözyaşlarını zor tutabiliyor. Sınıfa girmesi ile katıla katıla ağlamaya başlayıp sınıfı terk etmesi bir oluyor. Öğretmenlerini yatıştırmak için dışarıya onun peşinden çıkan ortalama yedi yaş grubundaki çocuklar ne diyeceklerini bilmeden şaşırmış onu seyrediyorlar. Kafeteryadaki bir adam gayet sakin yan masada oturan iş adamlarının ceplerini karıştırıp, bulduğu cüzdanı alıp gidiyor, bir terzide ölçü aldırıp kendisine takım elbise diktiriyor. Pembe çizmeli bir kız sevdiği rock yıldızı ile evlenmenin hayallerini kurarken gittiği barda onu görünce cesaretini toplayıp onunla konuşuyor. Barda herkes sakin oturuken çan çalıyor ve herkes son siparişini vermek için bara koşturuyor. Sinirleri bozuk bir berber ırkçılık yapan müşterisinden hırsını alıyor. Önemli bir toplantıya gitmek üzere olan finansal danışmanın alnından girip ensesinden çıkarıyor traş makinesını. Adamın tek kurtuluşu kafasını kazıtmak. Toplantıda kimse adamdaki değişikliği fark etmiyor, sordukları sorulara verdiği sevabı bile dinlemiyorlar, adam adeta görünmez oluyor.

Tramvay Lethe durağında duruyor, yolcular araçtan gayet ağır inip caddenin öbür yanına geçmeye çalışırken tramvayın hareket etme ikazını yapan çanı duyunca koşmaya başlıyorlar. Karamsar bir psikiyatrist eşi ile sevişirken dertlerini sıralıyor. Marangoz aile yemeği için toplanılmışken guru duyacağı bir el marifeti sergilemek isterken 200 yıllık porselen takımını kırıyor, bu zarar sebebi ile elektrikli sandalyeye mahkum edileceğini hayal ediyor. Ölümünü izlemeye gelen aile fertleri patlamış mısır yiyerek vakit geçiriyorlar. Orkestranın elemanları bir araya gelmeye başladığında korkutucu bir yağmur başlıyor. Herkes durup yağmuru izlemeye başlıyor. Pembe çizmeli kız hayalinde rock yıldızı ile evleniyor. İlk gecelerinde adam gitarında son şarkısından sololar geçmeye başlıyor, kadın yatağa oturup solonun bitmesini beklerken ev sıkıntıdan alıp başını gidiyor, ev raylarda ilerliyor, pencereden İsveç’i izliyoruz. Bir durakta durduklarında istasyondakiler rock yıldızını tanıyor ve evliliğini kutluyorlar, adam solo yapmaya devam ederken ev tekrar yürüyüp gidiyor.


Bütün bu hengame devam ederken filme çok dinamik bir melodiyi seslendiren nefesli çalgılar eşlik ediyor. Görüntüler hüzne meylettikçe melodiler neşeleniyor. Biraz Woody Allen, biraz Fellini, biraz Amelie’deki naif havayı andıran muhteşem bir 86 dakika geçiriyorsunuz.








22 Nisan 2010 Perşembe

Ayıptır Söylemesi: Köprüleri Unutmak !!!

Hafif raylı sistem üzerinden hizmet verecek olan İzmir Metro’sunun Karşıyaka hattı inşaatı başladığında takvim 2004 yılı Nisan ayının ilk gününü gösteriyordu. Şaka gibi gelmişti bize, başlamak bitirmenin yarısı denen bir klişemiz de var üstelik. Şaka gibi olduğu doğruymuş, başlamak bitirmenin henüz uzaklarındaki bir durakta.

Evimizin 20 metre kadar yakınında bir durak olduğu için gelişmeleri/gelişmemeleri evimizin balkonunda seyretmek mümkün. Tam dört yıl oldu, nihayet birkaç aydır bir şeyler şekil almaya başladı. Ama şekilden gözükenler yine bir vurdumduymazlık, farkında olmazlık, unutmuşlum eseri ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Karşıyaka tarafında yaşayanlar iyi bilirler, bu hafif raylı sistem yeni yapılan bir şey değil, eski demiryolu hattının yerine yeni bir hat oluşturulmaya çalışılıyor. İzmir’in en uzun sokağı olan 1671 sokaktan geçiyor demiryolu. Alaybey’den Bostanlı’ya kadar uzanan çok uzun bir hat bu. Yolun iki yanındaki evlerde yaşayanlar, 2004 yılında İzmir’linin kısaca metro inşaatı deyip geçtiği bu uygulama başlayıncaya kadar caddenin iki yanı arasında demiryollarının üzerinden birkaç adım aşarak karşı tarafa geçer, bakkaldan ekmeğini alır evine geri dönerdi faraza. Ya da otobüsten iner, demiryolundan karşı tarafa rahatlıkla geçerdi. İnşaat sürerken demiryolunun iki yanında demir duvarların yükselmesi ile, yolun iki yanı arasındaki geçişi bir takım geçici demir köprüler ile çözümlemişlerdi. Vatandaş da kırk elli metre fazladan yürüyor olsa da köprüler vasıtası ile karşı tarafla ilişkisini sürdürebiliyordu. Taa ki iki hafta öncesine kadar. İki hafta önce bütün köprüler kaldırıldı. Bu sokağın sakinlerinin beş metrelik bir mesafeyi aşmak için kilometrelerce yol katetmesi gerekiyor artık. Böyle uzun bir yol üzerine köprü yapılmasının atlanması, 1 Nisan 2004 tarihinde yapılmış olan kötü şakanın devamı adeta. İzmir’linin uçmasını mı bekliyorlar karşı tarafa, uçacaksak madem bu kadar para niye yollara gömüldü.

İki haftalık eziyetten sonra birkaç gün önce metro duraklarının altındaki geçitlerden geçilmesine izin verildi. Şimdi yerin altına girip medivenlerden iniyor çıkıyor, karşıdan karşıya geçiyoruz. Ne kadar lüzümsuz yer altı geçitleri yapıldığını görüyoruz. Yer üstünden giden metro hattı için yayalar yer altına inip bilet alıp yukarıya çıkacak. Çok zekice. Süper. Biletler yukarıda da çözümlenebilirdi, insanlar da üst geçitlerden öbür tarafa geçebilirdi ve eminim ki böyle yapılsa idi çok daha ucuza mal olurdu.

Yerin altına iniyoruz karşıdan karşıya geçmek için birkaç gündür ya, ilk basit, munis yağmur da yerin altının ne bastı, duvarlardaki ayanslar arasından ne süzüldü bilin bakalım. Cevap veriyorum; yağmur suyu. Madem yerin altına indirdiniz, turnikeyi, yürüyen merdiveni, insanları, buraları su basmasın maazallah deyip biraz izolasyona ağırlık verseydiniz keşki.

Neyse göreceğiz, göreceğiz bakalım şaka sonunda tam olarak neye benzeyecek. Hayatımızı güya kolaylaştıracak bu ulaşım biçimi yer üstünden metro geçen yerlerdeki halkın yaşamını zorlaştırdı onu söyleyeyim. Bu arada başlamak bitirmenin yarısı değilmiş, onu da iyice öğrendim.


19 Nisan 2010 Pazartesi

Bir İllet Olarak İllüzyon

Sahne, ekran gibi teşhir alanlarından izlendiğinde hoştur illüzyon oyunları. Bakanı aldatır, hoş bir hoşluk olarak hafızalarda on beş dakika kadar yer eder.


İllüzyon lafını dilime doladığım anların bazısında, bir defasında hürriyet heykelini yerinden silmeye kalkışmış David Copperfield geliyor aklıma. Ne de olsa başarılı bir silişti, David’in girişimi. Bir roman kahramanından isim tutmuş, mesleğinin doruğundaki adama da yakışırdı, ışık geçirmez bir gecede ses çıkarmadan hareket eden bir platforma oturttuğu seyirci kitlesinin yerini değiştirip, onları heykeli yerinden ettiğine inandırmak.

Sahne illüzyonları iyidir, diyelim, en azından hoşça vakit geçirmemize yardımcı olur.

İlk okul yıllarımdan bir tanesinde, okul okul gezip öğrencilerden para toplayarak marifet sergileyen illüzyonistler de vardı, sihirbaz derdik onlara. Ben nedense o tipleri ürkütücü bulurdum. Sağlıksız görünürlerdi gözlerime, kuşku ile bakardım. Diğer çocuklar sevinç çığlıkları ile kuşların çiçeğe dönüşmesini izlerken ben gözlerimi koskocaman açar, dudaklarımı minicik büzer, işin sırrını gizlice merak ederdim. Sonra bir gün okula lastik adam geldi. Bu diğerleri gibi değildi, zayıf, sağlıksız bir bedeni, sarı rengi vardı. Dudaklarını selam verirken gülmek üzere açtığında benim o yaşımdaki tespitime göre hiç de güven uyandırmayan, sarı ve noksan dişlerini gösteren siyah bir delik açıldı yüzünün ortasında. Korkarak elimle gözlerimi kapattığımı hatırlıyorum. Geri kalanını parmaklarımın arasından izledim. Zayıf bedenini kemiklerini zor gizleyen sarımsı renkte bir deri tabakası kaplıyordu. Vücuduna giydiği atletimsi giysi ile bana o dönemlerdeki resimli roman anti-kahramanı Killink’i çağrıştıran bu adam birkaç zaman kabus olarak bana geri döndü.

İlkokuldan sonra illüzyonistlerin ziyaretinden uzak kaldım. Buna üzülmedim. Gördüğüm illüzyonistlere hep TV ekranında rastladım.

İllüzyonistlerden uzak kalsam da kendilerini bir illüzyona kaptırmış insanlar eksik olmadı hayatımdan. Kendilerini olmayacak bir hayale kaptırıp peşinden gitti hepsi de. Olmayan bir aşkın varolduğuna inananları mı ararsınız, başkasının yaptıkları ile ilgili yanlış bir kanıya kapılanları mı, hayatının bir bölümünü başkası ile ilgili saçma sapan ve gerçek dışı bir kanıyı güçlendirecek kanıt arayanlarını mı. Çoğunlukla gitti bunlar. Hepsinin ortak yanları dramatik bir çıkış ile oldu. Kapıyı çekip gitmek hayatını illüzyonlar üzerine kurmuş olanlara asla kısmet olmadı hepsi kapıyı muazzam şangırtılar ile çarparak gittiler. Çıktıkları kapıyı kırıp da gittiler. Kapılardan onarılamaya fırsat bırakmayacak biçimde çıkıp gittikleri için geriye dönmeye çalıştıklarında kapıdan ziyade kapının yerine örülmüş sağlam bir duvar ile karşılaştılar.

Çıktığı kapıdan geriye dönmek mümkün olmadı hayallerinin seline kapılmış olanlar için. İllüzyon içinde yaşayanlar, giderken çarparak çıktıkları kapıları da kırmış olsalar, arkalarında atom bombasının külünü andıran koskocaman mantar bulutları da bıraksalar, lavların püskürttüğüne benzeyen toz dumanla da gitseler, hatalarından ders alamadı illüzyon severler. Geriye dönmeye çalıştıklarında hep kafalarının içindeki o desteksiz hayale tutunarak adım atmaya çalıştılar. Şarkılara tutundular mesela, kulaktan dolma masalların içinde kayboldular, okuduklarına benzeyen dünyaların içinde kayboldular. Öyle ki, kendi dünyalarının dışındaki hayatların gerçeklerine kulakları tıkandı, gözleri kapandı. Uydurma bir dünyanın içinde yaşayıp kendi uydurduklarına inandılar. Gerçeklerden kaçarak, gerçek zannettikleri yakıştırmalara tutundular. Yüzsüzlük etmenin erdem olduğu sanrısına kapılıp, yaptıklarının yüzsüzlük olduğunu bile anlamadılar, illüzyona kapılmanın bir lanet olduğunu fark edemediler. Şarkıymış, dizeymiş, roman ismiymiş bunların çağrıştırdığı her şey palavra uzun lafın kısası.


7 Nisan 2010 Çarşamba

Soğanın Cücüğü

Soğanın cücüğü kuru soğanın en ortasında yer alan bölümü. Soğanın katları merkezinden dışına doğru açıldıkça ne kadar acılaşırsa ve yemek sonrası ağızda koku bırakırsa, soğanın cücüğü de bütün bunların aksine hem soğanın tadına sahip olup, hem de ağızda kuvvetli koku bırakmayan bölümüdür. Hal böyle olunca soğanın bu leziz bölümü her türk evinin vazgeçilmezidir. Dahası kurufasulye – pilav kardeşliğinin ayrılmaz bir parçasıdır, Üç Silahşörler için D’artagnan ne ise soğanın cücüğü de bu milli ikili için odur.

Soğanın cücüğüne bıçakla keserek ulaşırsanız tadı pek biri yavandır, o cücüğe tadını veren asıl püf noktası soğanın kırılarak açılmasıdır. Soğanı masanın üzerine koyup yumruğunuzla ezerek kırdınız mı, o soğanın göbeğine denk düşen bölümde gizli cevhere ulaşabilirsiniz ancak. Sonra alın size değme ziyafet tadıyla aşık atan bir sofra.

Biz kuzenler yaşça pek bir yakınız birbirimize. Yaşlar yakın oldu mu bayram sofraları nasıl eğlenceli geçerdi anneanne evinde varın siz hayal edin. Selanik dolaylarından kalkıp buralara gelmiş anneannemize oranın diliyle nine derdik. Ninemiz biz torunları için sevgi ile pişirirdi bayram yemeklerini. Sevgi ne kadar çok olursa olsun, o kadar çocuk bir araya doluştu mu muhtelif sebepten, büyükler bakmazken saçlar çekilir, tekmeler savrulurdu masa altlarından. Ninem torunlarının hiç birisi üzülmesin diye hepimize yetecek kadar kuru soğanı kırar, cücüklerini torunlarının tabaklarının yanına koyardı. Saçlar çekilmez, kollar çimcirilmez, iştahla gülünür, yenilirdi yemekler.

Her soğanın içinde en az bir tane cücük var, soğanın pazardaki yolculuğu da hayli telaşlı geçmişe benzer son beş yıl içinde. Soğanın kilo başına fiyatını 2005 ve 2010 yılları için kıyasladığınızda yüzde 1583 arttığını görebilirsiniz. Aklını finans konusunda bozmuş olanlara tavsiyem kafalarını daha fazla yorup “acaba Avro mu, Dolar mı, altın mı, hisse senedi mi yoksa gayrimenkule mi yatırım yapsam?” şeklinde sonu gelmeyen düşüncelere ara verip soğana, mümkünse cücüğüne yatırım yapmalarını öneriyorum. Hem bakın şair ne güzel yazmış;


Cücüklü Soğan

Mudurnu'nun
Alagöz Nahiyesi’nden
Durmuş’a Büyük ikramiye vurmuş
“Paranı nideceksin?” demişler.
“Bundan böyle” demiş
“Her Allah”ın günü
Soğanın cücüğünü yicem
Cücüğünü.”
Bedri Rahmi Eyüboğlu