25 Kasım 2010 Perşembe

Saraylı

Oya&Bora ya da ilk yıllarında Grup Denk olarak örovizyon macerası uğruna bir araya gelmiş ikilinin aslında fena sayılmayan şakıları vardı. Bora Ebeoğlu'nun bet sesini albümdeki solo şarkılarda duyuma hevesine ve esinlenmeden bir kaç gıdım daha fazla yabancı şarkıları andıran külliyata rağmen arada fena olmayan özgün işleriyle 1997 yılındaki albümlerine kadar hayatlarını sürdürdüler.

İki hafta kadar önce Topkapı Sarayını elimde video kamera ile japon turistler gibi gezip ilgimi cezbeden teferruatı kaydederken dilimde Oya & Bora'nın Saraylı şarkısının nakaratı ile kendi kendimi eyendirmekle meşguldüm bir taraftan.

Aşkımın önünde kimse duramaz
Kafayı taktım sana bana gül biraz
Gözlerim gözüne çarpıldığında
Eridi kalbim o an bağlandım sana


Bu saraylara müzelere bu ara bir sık gider oldum, hikmeti "müze kart"ta gizli. 20 TL bayılıyorsunuz ve 36 gün boyunca yurdumuzun resmi müzelerine bila ücret dalabiliyorsunuz. Hal böyle olunca İstanbul bir kazansa ben ve kameram kepçe misali dolan babam dolan, karıştırıp duruyoruz her taşın altında ne gizli diye bakma merakı da doğuştan.

Merak kediyi öldürdü der o gıcık ingiliz milleti, kedi olmadığım için bu dolanımı bol merak turlarımda beni bekleyen bir tehlike olduğunu sanmıyorum.

Topkapı Sarayı'na bir önceki gidişim kadar kalabalık. Özellikle öbek öbek turist grupları car car bağrınan türk turist rehberleri insanın kulaklarından, kulaklarından giremediklerinde gözlerinden içeri bolca antipati boca ediyorlar. Öylesine bir itiş kakış hali. Saray değil salı pazarı mübarek. Ben kuytu köşelerdeki otu, börtüyü detay olarak kullanmak üzere kaydediyorum.

Ne yer ne içersin kimlerle gezersin
Meraklıyım hayır dersen
Beni çok üzersin eyvah..


Böyle ota, kozalağa konan çimeni didikleyen kuşları çekiyorum, arkadaki yüzlerce yılık ağaçların uzun dalları arasında yol bulan güneş ışıkları fonda tuhaf ışık hüzmeleri oluşturuyorken falan. Saraylı ile karşı karşıya geldim.

Saraylı Topkapı Sarayı'nın mesken tutmuş bir sokak kedisi. Hayli arkadaş canlısı, insanlara alışkın. Çağırdığınızda koşup geliyor, çömelirseniz patisini dizinize koyup yüzünü size doğru çevirip gözlerinizin içine bakıyor. Tertemiz bir kürkü var. Bu bahçedeki kedilerin hepsi bakımlı, iyi besleniyor olmalılar, mutlu ve oyuncu duruşlular. Saraylı da mutlu. Kuyruğunu soru işareti gibi kıvırıp gözlerinize bakıyor bir müddet. Belli ki oyun oynamak istiyor. Vdeo kameranın muhafazanın kenarındaki askısı ile oynatıyorum bir müddet. Derken beni bırakıp çimenlerin üzerinde hoplayıp zıplamaya başlıyor.

Saraylı'nın yüzü için "Opera'daki Hayalet" desem hani cuk diye oturacak. Yüzünde siyah renkler hakim ama burnunun yarısı siyah, yarısı beyaz. Bu tezat renkler hoş bir "V" harfi oluşturuyorlar. Sağından görseniz başka solundan görseniz başka kedi olduğunu zannedebilirsiniz. Ama değil bir vücutta saklı iki kedi sanki. Hakikatten de öyle, kah neşelenip kuyruğunu kovalıyor, kah oturup etraftaki kedileri ve insanları süzüyor.

E tabi koca saraya kedi sevmeye gelmedim elbette, "baş baş" yapıyoruz Saraylıya.

Kalk gidelim de saraylı
Bak dikiz aynam kalaylı
Gel bir gel bir gel bir gel koynuma
Minderi kendinden yaylı


Bir kedinin resmini çekmek cidden zor istediğim pozu elde edemeden bir sürü resmini çekiyorum Saraylı'nın. İçlerinden birini seçip buraya koymak için karav vermeyi beceremiyorum. Seçtiğim dört tanesini olanca photshop beceriksizliğimle de olsa bir araya getirip dördüz bir kedi ailesi üretmeyi başarıyorum.

Fotoğraf: 4 Poz Saraylı - D.M.

24 Kasım 2010 Çarşamba

Sarmısaklı Kraker Kokteyli

Allah bir boğaz vermiş, biz de can boğazdan geliyor demiş mazeretimizi bulmuşuz. TV karşısında insanın bazen içi geçiyor uyuyakalıyor hal böyle olunca atıştırılamdan da durulmuyor. Hazır atıştırmalıklardan gövdeye indirip bir alay ne idüğü kafa kurcalayan kimyevi madde katkılı gıda maddesine ve onun haşırtı üreten torbalarınamaruz kalmaktansa tıpış tıpış mutfağın yoluna koyuluyoruz.

Filmimiz "Ejderha Dövmeli Kız" eh bunun 1'i var, 2'si var, 3'ü var. Düpedüz Milenyum Trilojisi. Triloji dendi mi benim için akan sular durur. O trilojiyi izleyişim boyunca etrafıma kıtlık zamanı muhasara altında kalmışcasına yetecek kadar atıştırmalık toparlamazsam huzursuz olurum. Demek ki kalorisi, karbonhidratı az birşeyler hazırlamak şart bu trilojinin hatırına. O zaman ne yapabiliriz? Buldum: Sarmısaklı Kraker Kokteyli!!!

Bu akdeniz damak zevkine uygun atıştırmalığı hazırlamak için gereken malzemeler şunlar:

2 farklı torba dolusu türde kraker
5 diş sarmısak
1 tatlı kaşığı kırmızı pul biber
1 tatlı kaşığı kekik
1/2 tatlı kaşığı karaiber
2 çorba kaşığı zeytinyağı

Sarmısakları soyup incecik hale getiriyoruz. mininiminnacık sarmısak parçaları, pul biber, kırmızı biber, kekik, zeytinyağını ufak bir kasede iyice çırpıyoruz. Fırın tepsisine önce küçük şekilli krakerleri döküp hazırladığımız karışımın yarısını bunların üzerine fırın fırçası ile sürüyoruz. Yağlanıp baharalanmış krakerlerin üzerine bu sefer çubuk krakerleri sıralayıp kasedeki kalan karışımı çubuk krakerlere aynı biçimde sürüyoruz. 200 derecede ısıtılmış fırına tepsimizi sürüyor ve krakerler hafif kahverengimsi, pembesi bir hal alıncaya kadar bekliyoruz. Beklerken o canım kekik ve sarmısak kokusu evi sarmaya başlıyor, bu kokuları teneffüs edierken ağzımızın suları akıyor. Etrafa hiçbir şey belli etmeden bekliyoruz. Krakerlerimiz güzelce kızarınca fırından alıp geniş bir kasenin içine boşaltıyoruz. Yanımıza krakerlerimizi, Zero-Cola'mızı, yağı azaltılmış bir kutu yoğurdumuzun içine az nane ekleyip karıştrarak yanımıza alıyoruz (icabederse krakerleri yoğurda banar yeriz nolur nolmaz). Zerolanmış Cola'ya yağı azaltılmış yoğurda bakılacak olursa ve de dostlar alışverişte görürse rejimdeyiz güya.

Geçiyoruz TVnin karşısına ucundan başlıyoruz bu kokusu ile baş döndüren hafif acılı kraker yığınımızı kemirmeye. Afiyet Osun.

Buyrun Buradan Bakın !!!

Ekim ayının son günlerinden beri internette dolanan bir iddia var, Charlie Chaplin'in The Circus isimli filminin 1928 yılında ilk gösterimi yapılmak üzere iken sinema salonunun dışında gezen tombik bir hanımefendi hem haldır haldır yürüyüp, hem de cep telefonunu kulağına yaslamış harıl harıl laf yetiştirmekle meşgul vaziyeteyken görüntülenmiş. Bu kayıt da söz konusu filmin DVD'sinin ekstralar bölümünden gözünden hiçbir şey kaçmayan cin mi cin bir izleyici tarafından keşfedilmiş.

Görüntü bir anda video paylaşım sitelerinin en çok hit alan dosyalarından bir tanesi olmakla kalmayıp; bir çok blog, forum ve haber sitesinin üzerinde en çok geyik yapılan konusu haline geldi. Kimileri kadının benliğini cep telefonunun içinde bulmaya çalışan, çabaladıkça daha çok kaybolan günümüz gençlerinin ilk atalarından bir zaman yolcusu olduğu iddiasıda. Kimisi bunun o dönem işitme kaybına uğrayanların kullandığı duymayı güçlendiren bir cihaz olduğu görüşünde. Bazıları da herşeyi illaki akıl sınırlarına yaslandırmazlarsa dünya ayaklarının altından kayıp gidiverecekmişgillerden, bunun DVD satışlarını parlatmak için yayın haklarını elinde bulunduran kuruluş tarafından icat edilmiş bir pazarlama cevvaliği ve de aklı evvellliği olduğu görüşünü destekliyorlar.

Ama ben ne diyorum; "görünen köy kılavuz istemez". Ben gördüğüme inanrım arkadaş. Buyrun burdan bakın:




23 Kasım 2010 Salı

Marie Antoinette'in Suçu Ne?

Tarih anglosaksonların tuhaf espri anlayışı üzerine şekileniyor ve Marie Antoinette Suçsuz. Aslında neresinden başlayacağıma henüz karar veremdiğim bir konu bu. Ama yazmazsam önce üşenip, ardından boşverip, derken kısa süre içinde unutuyorum ve uçup gidiyor böyle güzide konular zihnimin berrak bölgelerinden karanlık kenarlarına doğru. Sonra bir daha hatırla hatırlayabilirsen.

Öncelikle şu ingilizlerin espri anlayışında zere kadar hazetmediğimi belirteyim. Fransızların ülkemizi kendi dillerinde Turquie olarak adllandırmasının ardından, bu kelime okunduğu zaman duyulan sesin kendi dilindeki hindi kelimesini andırması üzerine ve Osmanlı'nın alay edilecek hale düşerek tarihin tozlu sayfalarına itilmiş olmasının kendisine verdiği hazla ingilizin biri ülkemizi kendi diline Turkey olarak tercüme etmiştir. Ne kadar komik. Biri lafı gerisinden anladı, üzerine espri inşa etti diye onlarca yıldır Turkey aşağı, hindi yukarı. (Fransızca da "grec" kelimesinin hem "yunanlı" hem de "hırsız" anlamına gelmesi yunanlıları çılgına çevirmiş ne yapıp ne edip fransızların dillerinden sözlüklerinden bu kelimeyi çıkarmasını sağlamışlardı seneler önce. Ama nerede bizde böyle bir dirayet.)

İngilizin espri anlayışından nasibini alan bir biz değiliz elbette, avusturyalı bir prenses Marie Antoinette zamanı geldiğinde zamanının usullerine göre bir mantık izdivacı yapmış, sırası geldiğinde Fransa kraliçesi olmuş ardından da boynu giyotin altında ortasından ikiye ayrılmıştır. Kafası hasır sepete, vücudu dizleri üzerinde. Kadına verilen bu insanlık dışı ceza yeterli görülmemiş olsa gerek kendisinin etmediği bir laf da onunla anılır olmuştur; "Ekmek bulmazsanız pasta yiyin!".

Bu sözün fransızcası "Qu'ils mangent de la brioche" gelin görün ki, ingilizin diline düşünce olmuş olan, bu sözü "Let them eat cake" olarak çevirmeyi uygun bulmuş herifin teki. "Brioche", "cake"e dönüşünce edilen lafın anlamı tamamen değişiyor. Nasıl mı? Cake ingilizcede pastaya verilen isim, ancak fransızcada brioche denilen nesnenin pasta ile alakası yok. Bu lafı n biraz sonra açıklayacağım asılolarak edildiği vakit Fransa'da kanunlar uyarınca ekmek fırınlarında iki çeşit ekmek üretiliyor birisi normal ekmek diğeri ise brioche adı verilen yumurtalı ekmek. İkisi de aynı fiyata satılıyor. Ekmek bulamadığını haykıran insanlara "gidip pasta yesinler" demekle "Brioche yani diğer ekmekten yeseler ya" demek arasında büyük bir empati farkı var.

Marie Antoinette'in bu sözü ettiğine dair kayıtlı bir belge yok, bilakis Fransız devriminden bir yıl kadar önce Avusturya'daki ailesine yazdığı mektuplarda un kıtlığı çeken halka ne kadar üzüldüğü onlara nasıl yardımı dokunacağını bilemediğini anlatmakta.

Jean-Jacques Rousseau'nun 1769 yılında yayınlanan "İtiraflar" isimli kitabında geçer bu ifade. Bu tarih Marie Antoinette'in evlenmek üzere Fransa'ya doğru yola çıkışıdan tam bir yıl öncedir. Hatta yazar, M. Antoinette daha on yaşındayken kaleme aldığı mektuplarda da bu hikayeyi anlatır. Rousseau; yaklaşık yüz yıl kadar önce bir ispanyol prensesin bu sözü söylediğini yazmıştır, bu prenses de sonradan Fransa Kralı XVI. Louis'in karısı olan Kaliçe Maire-Therese'dir.

"Let them eat cake" sözü de bir güzel dünyayı sarmıştır, Marie Antoinette'in kesik boynundan aşağıya doğru yafta gibi sallanmıştır. İngilizin espri anlayışı yüzyıllardır değişmemiştir.


22 Kasım 2010 Pazartesi

Hoş Bir Mim

Kitap kurtlarının cevaplarken mest olup adeta bayılacağı bu güzel mim Aydan Atlayan Kedi'den geldi.

Açık seçik ve net biçimde anlaşılır kuralları olan mim şöyle;

"Kitaplığınızın karşına geçin. Gözlerinizi kapatın. Derin bir nefes alın. Elinizi kitapların üzerinde gezdirin ve birini seçin. Şimdi gözlerinizi açın. Bir kitap seçmiş durumdasınız. O kitabı satın aldığınız ya da hediye gelmişte olabilir anı hatırlamaya çalışın. İlk kez okuduğunuzda neler düşünmüştünüz, hatırlayın. Şimdi sayfaları şöyle hızlıca bir dolanın ki, kitabın kokusu burnunuza gelsin. Evet, ne güzel bir koku bu! 55. sayfayı bulun. Sayfayı tekrar okuyun. Sayfadan bir paragraf seçin ve mim konusu olarak bunu blogunuza yazın. Daha sonra siz de arkadaşlarınızdan üç tanesine cevaplaması için gönderin.
Mim Kuralları:

1 - Mimlenenler mimi cevaplamak zorundadırlar, mim bozulamaz.
2 - Mimin bozulması teklif dahi edilemez.
3 - Mim yalnızca 3 kişiye gönderilebilir.
4 - Karşılıklı mimlemeler yasaktır.
5 - Mim, her bir blog için sadece bir kez cevaplanabilir.
6 - Mim kurallarının ilk 6 maddesi değiştirilemez."

Şimdi böyle trak trak maddeler sıralandı mı ben de bu kurallara uyarım arkadaş. İtaat benim genlerime işlenmiş bir ince iş. Yalnız gelin görün ki şöyle bir sorunum var son aylarda İstanbul'u mesken tuttum, İzmir'de kendim evim yerine annemin evinde kalakalıyorum. Annem eski kitap kurtlarından ama bir gün ona gelenler gelmiş 800 civarı kitabını karşı komşuya "Al senin olsun, sıkılınca okursun" diyerek vermiş. Hoş bu konuyu tasvip etmediğimi söyledim, ama söylediğimde iş işten geçmişti zaten. Kitapların verilmesine karşı değilim elbette ama kitap sevgisinden eser olmayan bir kadına yüzlerce kitap verdiğinizmi sonrasında ne olacağı malum; ya en yakındaki çöp kutusuna ya da eski kitap alan yere kilo hesabıyla ışınlanırlar. Neyse efendim. Durum böyle olunca benim seçim yapacağım kitap saysı fazla değil. Olanca kitabı yerlere saçtım. Anaaa ne göriym, evde kalan kitap ırkının çoğu kediler hakkında değil miymiş. Bu kedi deliliği husuusnda kime çektiğim anlaşıldı sanırım. En üstteki kitabı seçtim, açtım 55. sahifesini. Buyun bakalım:


Sokak kedilerini zaman zaman toplayıp kafeslere kapattıklarını, sonra da zehirleyip öldürdüklerini duymuştu bir yerlerden. Bir de televizyonda bu konuda kedilerden yana bir film seyretmişlerdi sahibiyle birlikte. "Sokaklarda gezersen, seni de böyle yakalar götürürler" demişti sahibi. Pek inanmamıştı, ama sokağa kaçma isteği de azalmıştı o günden sonra. "Demek ki Teko'yu kötü adamlar annesiyle birlikte yakalayamamışlar. Peki o zaman neden bir daha eve dönmemiş? Kederli yüzlü kadın öyle yazıyor resmin arkasında. Ben olsam ne yapardım? Sahibimi götürseler kalır mıydım bu evde, yoksa kaçar mıydım?" İçi korkuyla ürperdi. KOskoca bir dünyanın ortasında yapayalnız hissetti kendini. Teko'ya ilk olarak kızmadı. Hatta sevgiyle düşündü onu. "Şimdi nerededir? Ne yapıyordur? Ya annesi? O nerelerde acaba? Tutup kafeslere tıktıkarı kedileri sonra gaz odalarında ya da zehirleyerek öldürüyorlarmış. Televizyndakini film seyerederken gördüm. Teko'nun annesini de acaba?... Oh! Hayır. Olamaz. KEndi kendilerine yapamazlar bunu insanlar... Aslında gülmeyen, sadece dudakları ile gülümseme taklidi yapan kadın, - Teko'nun annesi - fotoğrafın arkasına o yazıları yazdığından b yana çok çok yıllar geçmiş. Neredeyse ortalama bir kedi ömrü..."

Oya Baydar'ın Kedi Mektupları isimli romanının 55. sayfasında yazılı olanların bir bölümü bunlardan ibaret. Bendeki Can Yayınları'nın 1992 baskısı.

Yalnız olay hoşuma gitti. İzmir'e gittiğimde kitapları açıp açıp hepsinin ellibeşinci sayfasına göz gezdirmek, ya da bir başka gün hepsinin bir başka aynı numaralı sayfasına bakmaktan ibaret bir nevi kitap falı beni bekliyor.

Mimin kurallarından biri de bunu üç bloggera iletmek tabi, unutmayalım sevgili arkadaşlarımızı da bu oyuna davet etmeyi. Vampircik sözlükten arkadaşlarım Tulkas ve Pastafaryan ile Lunaparkta Yaşamak mimledim sizleri. Kolay gelsin.

15 Kasım 2010 Pazartesi

Böyle Bir Bayram

Bazen oturup kafamı hiç gereksiz konuları düşünerek yoruyor, bunu yaparken de düşüncelerimin gidişatının esiri ile etrafı mendebur bakan gözlerimle süzüyorum. Bir göz göze gelen olsa korkacak.

Dün evden güzide ülkemizin bilimum yerlerine açılan elektrikli pencereden dışarıya bakarken gördüm: İki adam kurbanlık olarak satılmak üzere besledikleri bir ineği kamyonete bindirmek istiyorlardı. O an için kamyonete binmekte isteksiz olan hayvanı bu isteksizliğinden sıyırmak için kendisini bir güzel nakavt ettiler sonra da burnuna geçirilmiş demir halkanın ucuna bağlamış oldukları urgana asılarak zorla kamyonete bindirdiler. İnsanın gücü işte, burnundan bağlanmış hayvana haddini dakikasında bildirmeye yetiyor. Kısa bir süre sonra ömrü bitecek, Allah uğruna kurban edilecek olan hayvana gördükleri saygı bundan ibaret malesef hayvan yetiştiricisi görünüme büründürülmüş hayvanların. Televizyon ekranlarından bu görüntüler döküldü evlerimizin içine. Şeytan bunun neresindedir bilemedim. Akşam yemeği için sofroya oturmak üzereydim. İştahım kaçtı.

Bu sabah İstanbul'un bir semtinde yol ortasında benzeri bir muameleyi kurban etmek üzere satın aldıkları ineğe de layık görmüştü iki gürbüz türk vatandaşı. Bunu da gözlerimle gördüm. Orasından burasından bilimum biçimde bağlanmış bir ineği yumrukla, tekme ile gütmeyi kimse kusura bakmasın, asla insanca bulmuyorum. Allah uğruna kurban edilecek bir hayvana saygı gösterilmesi gerektiğin düşünen sıradan bir vatandaşım işte.

Tatsız görüntüler bunlar, insanın canını sıkan şeyler. Bayram kutlaması yerine geçecek bir şeyler yazayım derken yine aklıma geldi canım sıkıldı. Hayvanlara vahşet sadece ülkemizde uygulanmıyor elbette. Farklı biçimlerde sergilendiği muhakkak. Belki bize biraz daha fazla olabilir, istatistiklere bakmadım.

İspanyol olsak Kurban Bayramını hangi geleneklerle ve nasıl kutlardık bilmiyorum. Ancak bazen gözlerimi kapatıp hayal ediyorum.

Kurban Bayramınız Kutlu olsun, Sevgilerimle.



11 Kasım 2010 Perşembe

Alışveriş Merkezi Kedisi

Bugün niyetim Topkapı Sarayı'nda resimlediğim bir kedi ailesinden bahsettiğim bir yazıyı bitirmekti ama gayet doğal olarak önce boğazlar sorununu halletmem gerekiyordu. Sabah saatlerinde alışveriş merkezlerine gitme lüksüne yeni yeni alışıyorum. Erken saatlerde hepsi bomboş. Benim gibi bir kaç avareden başka kimse yok. Alışveriş rahat yapılıyor, ne yoruluyorsunuz ne de yürümekten aciz insanlarla burun buruna gelip siniriniz tepenize çıkıyor, sıra da yok rahatça öde ve çık.

Bu sabah alışverişimi yaparken "Aç tavuk kendini darı ambarında zanneder" atasözünü düşündüm bir müddet. Hayalleri olmasa yaşayamaz insan, en yoksun olduğu anda bile kendisini arzuladıkları ile çepeçevre düşünmeden edemez. Hayal etmek bedava ama hayallerini gerçekleştirmek de bila ücret değil. Hayaller bedelini ödemeden gerçekleşmiyor ne yazık ki. Belki bir kaç kişiye piyango vuruyor, o da hayallerini gerçekleştirebiliyor.

Bugün darı ambarına düşmüş tavuk misali bir canlıya rastladım. Carrefour'da konserve ile zeytinyağı bölmesinde yürüyordum ki, promosyon ürünlerinin önünden geçerken rafların en altındaki ahşap alanda tuhaf bir kıpırtı sezdim. Dönüp baktığımda ürkek iki göz ile karşılaştım. Korkmuş kediler olanca çaresizliklerine rağmen sevimli gözükürler nedense. Bu sevimli canlının kalbi neredeyse duracak gibiydi, burnu bembeyaz, kaçacak delik arıyordu. Ve aradığı deliği de bulmuştu. Konserve bölmesindeki promosyon raflarının altındaki tahtaların içindeki oyuklar.

Aç bir sokak kedisinin bir süpermarkette mahsur kalması tam bir çizgi film konusu ama bir de kedinin iç sesini dinlemek lazım. Aç kedi, sosis, salam, peynir ambarında adeta. Hatta fare desem? Zayıf bir ihtimal değil çirkin bir ayrıntı olsa da.

Korkan kediye yardım etmek isteseniz de sizin niyetinizi bilemez ve yardım etmek isteyen kimseden kaçar gider. Ben buncağıza çok acıdım, sosislerin olduğu bölmeden bir kutu attım sepete, tekrar kedinin yanına gelip onu bir miktar sosis besledim ki bana birazcık güvensin. Belki biraz güvendi kocaman tüysüz ve şekilsiz bir iki ayaklı onu besledi sonuçta. Yine de güvenli bir şekilde onu alışveriş merkezinden dışarıya çıkarma çabam sonuçsuz kaldı. Kedi karnı doyunca konserve bölümünden kuru gıdaların olduğu bölmeye kaçtı. Görevlilere içeride mahsur kalmış bir kedi olduğunu ve çok korktuğunu söyledim. Bana inanmadılar, çektiğim resimleri gösterince boş gözlerle ilgisizce baktılar bana. İşte o anda zihnimde düşünce ampulleri flaş şeklinde çaktı. Kedi sıradan bir sokak kedisi değil de orada faresel güvenlikten sorumlu bir personel olabilirdi pekala. Gerçek kimliği ortaya çıkmasın diye benden uzağa kaçmış, sakanmış bile olabilirdi.

Carrefour'da alışveriş edenler gıdalara fare bulaşmadığından emin olabilirler artık orada bir kedi bu konudaki güvenlik görevlisi olma vazifesini üstlenmiş olabilir. Uydurmuyorum belgeli konuşuyorum (Bkz: fotoğraf) Gizli güvenlik görevlisi kedi, farelere öz açtırmıyor. Çalışanlar kedinin varlığını biliyor ama müşterilerden gizliyorlar.

Alışveriş merkezinde, pet shop dışında bir kedi göreceğim aklıma gelmezdi, naiflik işte. Oysa bir bankanın tavan döşemeleri içinde bir yıldan uzun süre yaşamış ve o banka çalışanlarının dekorasyon değişinceye kadar o havanı oradan aşağıya indiremediklerini bile görümüştüm bir zamanlar.

Alışveriş merkezlerindeki petshoplara sergilene kedi ve köpeklere çok acıyorum bir de. Gelen geçen hayvancağızları mıncıklayarakya ya da en azından ilgisini çekmek için tuhaf sesler çıkartarak ruh hastası haline getiriyorlar minnak şeyleri. Acımazsız bir eylem olsa da çoğu insana cazip geliyor pet shopda satılmayı bekleyen hayvanı bir kenarından sevmek.

Fotoğraf: Korkmuş Kedi - D.M.

10 Kasım 2010 Çarşamba

Henüz Hayattayken...

"Efendiler! Avrupa'nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medenileşmesine karşılık Türkiye tam tersine gerilemiş ve düşüş vadisine yuvarlanadurmuştur. Artık vaziyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa'dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa'nın emellerine göre yapmak, bütün dersleri Avrupa'dan almak gibi birtakım zihniyetler belirdi. Halbuki, hangi istiklal vardır ki, ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir!"

Mustafa Kemal Atatürk

4 Kasım 2010 Perşembe

Hidiv Kasrı Kedisi

Hidiv Kasrı'nın bahçesinde şehrin gürültüsünden kaçarak ılık bir sonbahar öğleden sonrası geçirdikten sonra, bahçedeki kafeteryalardan birisinde hoş vakit geçirebilirsiniz. Hoş vakit geçirmek için alkollü içkiler arıyorsanız, boş yere umutlanmayın. Hoş vaktinizi alkolsüz geçirmek mecburiyetindesiniz. Sıcak bir günde buz gibi biranın boğazınızdaki serinletici yolcuğundan zevk almak yerine yeşillikler arasına serpiştirimiş çiçek deryasına düşen ağaç gölgelerinde serinliği arayacaksınız.

Kafeteryalarda servis hızlı sayılır. "Garson var mı?", "Varsa nerede?" gibi sualler olmadan, yerinize oturduktan makul bir süre sonra garson elinde, masadakilere yeter sayıda menü ile çıkıp geliyor. Ve düşünme payı bıraktıktan sona siparişlerinizi alıyor.

Siparişlerinizi beklerken kısa bir sohbete dalabilir ya da gözlerinizi enfes boğaz manzarasında gezdirebilirsiniz. Tadını çıkarın.

Yiyecek bir şeyler söylediyseniz. Siparişinizin bırakılması ile birlikte aşağıdaki delikanlı beliriyor masanızın karşısında. Siz çağırırsanız koşarak, çağırmazsanız usulca yakınlaşıyor. Biz lafa dalmışız, kaşar peynirli tostumuzun kokusu baştan çıkarmış olacak bu kürkü nadide kediciği ki, bir de baktım, dört kişilik masanın benim tarafındaki kıyısında önce ki tane pati ardından iki tane ürkek kulak. Hidiv kasrının kedisi bize merhaba diyor. Umut dünyası işte bir kaç lokma kaşarlı tost peşinde anlaşılan. Hemen o iki pati, iki kulak resmini fotoğraflama istediğinizde çok geç kalmış oluyorsunuz. Böyle bir resim için önceden hazırda beklemek şart. Kedimiz iki ayak üstünde uzun süre duramıyor elbette. Hem de yüksek mi yüksek bir masa. Kolay değil böyle durmak bir kedi için elbette.

Ben coşup tostumun peynirinin yarısını kedi ile paylaşında aramızda hoş bir kısa dostluk kuruluyor. Ben baktıkça gözlerini kısarak bana bakıyor. Karnı doydu ya süzüm süzüm süzülüyor yakışıklı. Hırıltısını karşıdan duyabiliyorum. Birazdan yandaki masaya kaşarlı ve de sucuklu tostlar gelince aşkımız oracıkta daha başlamadan sona eriyor.

Kedi seven insanlar belki de istemeden kötülük ediyoruz sokak kedilerine. Hep şefkatle yaklaşıp biraz besleyip biraz okşayınca insan türüne güveniyor sokak kedileri ve hepsini aynı zannedip yaklaşıveriyorlar herkese, bilmiyorlar bazen zararlı çıkacaklarını, acı çekeceklerini.

Kedi yürürken topallıyor. Kimbilir kim arka ayağına zarar vermiş bir süre önce. Görünürde bir yara yok. Güzel kedinin arka ayağı birazcık kısa kalmış, artık topallasa da mesut, memnun masadan masaya geziyor bizimki.

Fotoğraf: Hidiv Kasrı Kedisi - D.M.

2 Kasım 2010 Salı

Çok Fazla Film

Son aylarda kitap olumaktan ziyade pek bir fazla film seyreder oldum. Bunda annemin evinin köşeşindeki dükkan sahibinin çok güzel dvdler getirmesi ve de Kadıköy'ün belli bir noktasındaki dükkandaki çocuğun filmlerden çok iyi anlaması ve şahane bir eski film koleksiyonu bulunmasının payı sonsuz.

Ben film içinde bir dünya kurabilen ve kurduğu dünyadaki mantığın içine öyküsünü oturtup seyrcisine ihanet etmeyen filmleri önemsiyorum. Ancak diğer taraftan da çerez niyetine olan filmleri de izlemeyi seviyorum. Hal böyle olunca en zırt teen slasher bile bazen ağzımın suyunun akmasına sebep olabiliyor.

Salim kafa ile oturup son dönemde izlediğim filmlerin listesini yapmayı kafaya koyup bilgisayarın başına çöreklendim;
Ghost Writer, Summer Hours, Kala, Amarcord, Ginger & Fred, Satyricon, Notorious, Life Boat, Martyrs, Alphaville, La Strada, When Father Was Away On Business, Inglorious Basterds, LA DernierVol, Pariste SOn Konser, Ma Mére, Blind Date, Bright Star, Beyaz Bant, La Haine, Stalag 17, The Baishment, Wait Until Dark, Christine, Eraserhead, Purple Noon, Birdman of Alcatraz, Karanlıktakiler, Gelinler, Fanny and Alesxander, Savaş ve Barış, Ve Durgun AKardı Don, Robin Hood, Dönüşüm, Vivement Dimanché, Elizabeth, Serbis, Martyrs, Ejderha Dövmeli Kız, Book of Eli, The Box (Charlize Theron), Prince of Persia, Case 39, Veda, Vavien, Gölgesizler, Canino, Me and My Sİster, Partir, Valentine's Day, Leap Year, Nine, The Lİves of Others, Garden State, Cargo 200, The Wİmpy Kid Movie Diary, Red, Dust of Time, Long Weekend, Kirot, Resident Evil - 4, Rec 2, Dönüşüm, 30 Days of Night 2, Spanish Movie, New Moon, Eclipse, The Last Airbender, The Dissapearance of Alice Creed, Mirrors 2, Punisher: War Zone, The Air That I Breathe, Day Breakers, Splice, The Box ( Theresa Russel), Ölüm Peşimizde, Deadly Encounter, S. Darko, Ölüm Zili,The Myth, Treasure Hunter, Iron Man 2, Knight and Day, From Paris With Love, Dersimiz Atatürk, Yahşi Batı, Ses, Gölgesizler, Outlander, Vinyan, Predators, IP Man, IP Man 2, From Within, Machete, The Devil's Tomb, Pirahna 3D, Repo Men.

Listem yaz yaz bitmedi unuttuklarım da var kimisinin türkçe ismini hatırlayabildim, kimisinin ismini hatırlayabilecek halde değilim. Google'da arayasım ise yok. Velhasıl filmle bozdum kafayı filmle yatar filmle kalkar oldum.

Cumartesi akşamı TV'de Acun Efendi'nin garip programını izledim; "Yok Böyle Dans". İlkokulda okuyan çocuk sallasa bundan daha güzel program ismi uydurur emin olun. Programdan aklımda yer eden gariplikler şöyle:

1 - Yarışmacıların program öncesi hazırlıklarındaki türkçe konuşmaları bile alt yazı ile verilirken Jüri üyelerinin ingilizce konuşmaları için herhangi bir alt yazı kullanılmıyor. (Pazar günkü tekrarında baktım yine yoktu)
2 - Acun acilen kendine ingilizce hocası tutsun ya da jüri üyeleri konuşmasın Acun onların yerine şunu dedi bunu dedi diye uydursun. Nasılsa yakışır.
3 - Metin Arolat dansetmiyor deve gibi hopluyor. Ayrıca çok bet bir sesi var. İtici.
4 - Güneri Civaoğlu dansetmek şöyle dursun, dansetmek bile istemiyor.
5 - Leila isimli kadın Tan Sağtürk'ün her dediğini anladığı halde neden dilimizi konuşmak istemiyor.
6 - Defne Joy Hanım'ın hikayesi ilginçmiş, babası amerikalıymış da Defne ülkemize yetişkinken gelmiş madem öyle ingilizcesi neden türk aksanlı?
7 - Neydi o ikoncan kılıklı kadının adı? 6 yıl Londra'da moda tahsili görüp gelmiş, ingilizcesi amerikan aksanlı.

Programı izledim, attım kendimi yatağa. Kulağımda müzikçalar, kulaklıklar. Doğru uykuya. Kolay rüya görmem ama gördüm mü tam görürüm. Bu kez de öyle oldu.

Evdeymişim. İzmir'deymişim. Yıkanmak istiyorum. Banyoya giriyorum. Banyo mutfak ile bahçe arasında uzun ve geniş bir holmüş aynı zamanda. İçerisi ve dışarısı gün ışığı ile apaydınlık. "Bu bahçeyi kim koydu buraya?" diye kendi kendime soruyorum.

Banyoda iki tane banyo küveti var biri boş, diğeri temiz bir su ile dolu. Ben dolu olanında duş almak istiyorum. Ama önce suyu boşaltmam lazım. Arkamdan bir kadın sesi fısıldıyor.;
"Dikkatli boşalt, pişman olursun"
Dönüp arkama bakıyorum kimse yok. Kuşkulanıp bahçeye çıkıyorum orası da boş. Mutfağa açılan kapıya gidiyorum. Mutfak "Mac Donalds"mış meğer. Fast foodcunun sakin bir günü içerideki masalardan ikisi dolu, sekizi boş. Köşedeki yüksek masada duran siyah saçlı bir kadın çok tanıdık geliyor ben dikkatle bakınca güneş gözlüklerini takıyor, başını duvardan yana çeviriyor. Kasanın arkasıdaki çalışanlara bakıyorum beni görünce daha hızlı çalışmaya başlıyorlar.

Banyoya dönüyorum. Elimi suya sokuyorum. Az evvel dibi gözüken tertemiz küvetteki suyun rengi değişiyor. Açık kahve, ama giderek koyulaşıyor. Delikteki tıpayı çekiyorum. Su gitmiyor. Deliği kontrol ediyorum. Suyun dibi br sürü tahta parçası ile dolu. Kare şeklinde kesilmiş tahtalar. Onları üçer beşer dışarıya atmaya başlıyorum. Attıkça yenisi geliyor. Sıkılıyorum bunu yapmaktan. Annie Lennox'un Dark Road isimli şarkısını söylüyorum ben söyledikçe ağzımdan Annie Lennox'un sesi çıkıyor. Sesimi kaybetmekten korkuyorum birden. "Sesim çok güzel sessiz kalırsam mahvoldum" diye düşünüyorum. Bakıyorum küvetteki su seviyesi hızla boşalıyor. Boşalıncaya kadar bir şeyler atıştırayım istiyorum.

Mutfağa geçiyorum. Mutfak hala Mac Donalds. Siyah saçlı kadın beni görünce gözlüğünü takıyor. Gözlüğü takarken bir an duraksıyor, siyah ve gür saçları bir gözüne doğru düşüyor, bana bakarken gülümsüyor. Ağzını geniş bir gülümseme kaplıyor.
"Bonjour" diye selamlıyorum kadını. Selamımı alıyor. Eldivenlerini çıkarıp masasının üzerine koyuyor. Ayakta sohbet ediyoruz. Kadın en sevdiğim artistlerden Fanny Ardant. Konuşurken birden elini omzuma koyup banyoyu işaret ediyor. "Dikkatli olman için uyarmıştım" seni diyor. Banyo kapısında koyu renk bir kahve akıyor. Koşuyorum banyoya. Dark Road yankılanıyor. Küvetteki kahve yere akıyor.

Gözlerimi açıyorum. "Dark Road" bangır bangır kulağımın içinde.

Sabah işin aslını anlıyorum. Annie Lennox'un Songs Of Mass Destruction albümü de, Best Of albümü de player'ın içinde. Ben "karıştır" modunda dinleren her iki albümn ortak şarkısı ardarda denk gelmiş. İstesen olmayacak bir tesadüf. MP3 çalarımın bana ilk oyunu değil bu.

Çok fazla film izlersem olacağı bu elbette.

Bu rüyayı birisi bana yorumlayabilir mi acaba?


Kulakların çınlasın Fanny Ardant.

1 Kasım 2010 Pazartesi

Bir Düzeltme: Pakize At The Water

Ben yıllar yılı Sezen Aksu'nun 90'lı yıllarda İzmir'den arkadaşı Pakize Suda ile kafa kafaya verip bazı canım şarkıların sözlerini ürettiklerini hatta Pakize Hanım'ın da Barışta soyadını kullandığını zannederdim. Oysa yanılırmışım. Bugün sağolsunlar blog arkadaşlarımın Kasım Yağmurları başlıklı yazıma yaptıkları yorumlarından işin doğrusunu öğrendim. Arkadaşlarıma buradan bir kez daha teşekkür etmeyi bir borç bilirim. Sezen Aksu meğer şarkılarını Pakize Barışta isimli bir başkası ile yapmış bir dönem, Pakize Suda'nın bu olay ile ilgisi yokmuş meğer.

Pakize Suda'nın 1978 yılında komedi ağırlıklı bir şovunun gazete ilanlarındaki tanıtımında "Pakize at the Water" ismini kullandığını biliyorum ama. Sanatçıyı dönemi yansıtan kıyafeti ve endişe ilişmiş yüz ifadesi ile aşağıda görüyoruz.


Resim www.heydergileri.com adresinden alınmıştır sanatçının 70'li yıllardaki bir anını göstermektedir. Poz uğruna silah tutan eller bugün kalem/klavye ile kendini ifade etmekte artık.

Kasım Yağmurları

Sezen Aksu'nun 1997 yılında Goran Bregovic ile yaptığı Düğün ve Cenaze albümü türlü sebepten ötürü hedefini ıskalamış bir çalışma oldu. Bir kere bilinen şarkılara bir alaturkalık katmaya çalışma çabası yersizdi. Bregovic'in orkestrası bir telden, türk sanatçılar ayrı telden çalıyorlardı. Korodaki kadınların ağzındaki türkçe çok eğreti kaçmış, biçimsiz telafuz edilmişti. Belki de o şarkılar bilinen ve sevilen şarkılar olduğu için adaptasyon çabası kulakları tırmalamış. melodiler dilimizle örtüşmemişti. Yine de o albümden bir "Kasım Yağmurları" şarkısını sevdim.

Artık sen eski sen değilsin
Uzaksın bu çekinen sakınan sensin
Omuzlarımda dünyanın bütün acıları
Islatıyor beni ağır kasım yağmurları
Ben ne haldeyim görmüyorsun,
Sen acılara değmiyorsun

Duydum ki başkasına cömertsin
Yabancı kucaklarda sıcaksın
Eğildi kederimden buğday başakları
Matemim var söndürün ışıkları
Kim yaşar böyle yasla aşkları
Kim böyle durur ihanetlere karşı
Kim döker bu kadar gözyaşı
Yalancı, beni de aldattın

Yıllar üzerimden geçer
Her gün öncesinden daha beter
Çalmıyor artık kapımı tanıdık yüzler
Kırlangıçlar gitti, bitmiyor güzler
Ne bahar kokuyor ne sümbüller
Sormaz oldu hatrımı artık ümitler
Kim böyle sabır üstüne sabır ekler
Yalancı, beni de aldattın

İhanetlere karşı
Kim döker bu kadar gözyaşı
Yalancı, beni de aldattın

Söz: Pakize Barışta (Suda) / Sezen Aksu