31 Ekim 2010 Pazar

Bugün Bayram

Bugün bayram. Cadılar Bayramı. Gördüğü ilgi üzerine diziye dönmüş. Bir ara bitmiş sonra yeniden başlamış Halloween adlı filmin her bir bölümünde kıyametin koptuğu o meşum gün yani.

Jamie Lee Curtis'in oynadığı ilk iki bölümün ardından çevrilenlerde aynı tadı yakalamak mümkün değil. Seneler sonra H20'nin tamamı ve onu takip eden Resurrection'ın ilk on dakikasında ilk artistine dönerek yine kan topladı seri. Michael isimli ağzını bıçak açmayan katil bir kaç yıl önce yeniden çevrimi ile döndü hayranlarının karşısına. İkinci bölümünün de yeniden çevrimi yapıldı, sırada 3D var. Ancak her yeniden çevrimde olduğu gibi ilkindeki orijinalliği yakalamak imkansız.



Bir pagan festivali bu aslında. İlk olarak İngiltere, İrlanda, İskoçya'da kutlanmışken 19. yüzyılda ABD'de kutlanmaya başlanmış. Şu anda büyük bir ticari etkinlik haline dönüşmüş vaziyette. Cadılar Bayramı her yıl 31 ekim tarihinde kutlanıyor. Amerika Birleşik Devletlerinde yaşayanlar bu bayramın keyfini çok güzel çıkarıyorlar. Çocuklar cadı, iblis, kötü ruh, mumya gibi kılıklarla gruplar halinde komşu evleri dolaşıp ellerindeki minik sepetlerini şekerle dolduruyorlar. Büyükler içinse bu her yıl tekrarlanan bütün ülkeye yayılış kocaman bir maskeli balo. adeta Herkes hayal gücünün yettiği yere kadar gitmek için aylar öncesinde elbise hazırlığına başlıyor. Kimileri hızını alamıyorlar, sahibi oldukları hayvanlara da o güne özel kostümler hazırlıyorlar. (Linkte benim en beğendiğim örümcek kılıklı köpek)

Bu bayramın sembolü dişleri belirgin bir gülen yüz şeklinde oyulmuş balkabağından yapılan içinde mum yanan bir fener. Sanatçılar da balkabağı oyma işinde oldukça yaratıcı denemelere girişiyorlar, cidden korku salıcı görünümlü sonuçlar var.

Happy Halloween diyorum, gönlümde kirli, kanlı bir zombi kıyafeti yatıyor.


Bu kadar balkabağı resminden sonra bu blogda bir balkabaklı lazanya tarifi vermem kaçınılmaz oldu artık.

30 Ekim 2010 Cumartesi

"Büyüklük mü" Yoksa "İşlev mi" Sorunsalı

Biliyorsunuz dünyanın en büyük adalet sarayı inşaatı ülkemizde, İstanbul Kartal'da, tam gaz devam ediyor.

Gittim gördüm, devasa büyüklüğe sahip. Resmini çekerken şu beylik sözler geldi aklıma;

Adalet mülkün temelidir.
Vergilendirilmiş kazanç kutsaldır.
En büyük gaddarlık yargısız infazdır.

Denklanşöre basmam bitince kafamın içinde yankılanan sözler de sustu.

Yaklaşık 400.000metre kare kapalı alanı olacak bu sarayda, 350 adet duruşma salonu bulunması ve 5.000 kişinin burada çalışması, ayrıca bu binaya günde 200.000 kişi nin girip çıkması planlanıyormuş.

Dünyanın en büyük adalet sarayı demek, dünyanın en büyük adaleti demek miymiş onu hep beraber gazetelerden takip edeceğiz. Nedense bu büyüklük ve işlev mevzuunda bir tereddüt var kafamı kurcalayan.

Dipleyelim

Soğuk havada TV karşısında sinema keyfi yapmak adetten olacak herhalde. Sinema deyince de ona göre atıştırmalık bir şeyleri kenarda stoklamak şart. Bu blogda bugüne kadar yapmadıklarımdan biri de yemek tarifi vermekti. Ama hala erken, henüz o raddeye gelmedim. Ben şimdilik bir dip tarifi yapacağım. Önce malzemeler;

1 adet olgunlaşmış avokado
2 adet taze soğan
1 kibrit kutusu büyüklüğünde kaşar peyniri
1 tatlı kaşığı zeytinyağı
1 tatlı kaşığı limon suyu
1 tatlı kaşığı kimyon
1/2 tatlı kaşığı tuz
1 tatlı kaşığı pul biber
1 adet katı pişmiş yumurta
4 adet ceviz içi
1 sıkım mayonez

Hazırlanışı;

Yumurta ve avokado dışındakileri blendera atıp 5 saniye parçalıyoruz. Yumurtanın kabuğunu soyup, avakadonun çekirdeğini çıkarıp kabuğunun içini kaşıkla boşaltıp bendera alıyoruz. İki saniye karıştıtıyoruz. Ortaya çıkan karışımı çukur bir kaba koyuyoruz.

Çitos, Doritos, Patates cinsi bilimum zararlı gıda ile ya da parmak patates gibi uzun ince dilimler halinde kestiğimiz ve kıtır oluncaya kadar fırında kızarttığımız ekmekleri içine batırarak tüketiyoruz.

Tadından yenmez, film sıkıcı bile olsa uyuyup kalma ihtimaliniz ortadan kalkar. Protein bombardımanıdır aman dikkat. Afiyet olsun.



Püf noktası: Şu aralar avokado fiyatları hayli uygun, ama olgunlaşmamış avokadonun tdı kayış gibi olduğundan hızlı biçimde olgunlaşmasını istiyorsak, avokadolarımızın içinde bulunduğu poşstin içine bir adet elma koyup mutfakta gzden ırak bir köşede bekletiyoruz.

29 Ekim 2010 Cuma

Haydi Hayırlısı Bakalım

Neredeyse yoktan varolmuş, her köşesi işgal edilmiş bir ülke durumunda iken halkının can pahasına fedarkarlığı ile bağımsızlığına kavuşmuş bir ülkenin hikayesi ile gurur duymaktansa artık neredeyse hiç aldırış edilmemesine üzülüyorum.

Bir kaç gece önce bir TV kanalında davudi sesli bir sunucu konuşuyor da konuşuyordu. Boş tenekenin çok ses çıkardığı sözünü bir kez daha ispatlamak istercesine dakikalarca susmadı. Güya şaşırmış kerameti kendinde gizli hazret; hayret ediyormuş ana muhalefetlideri partisi başkanının Cumhuriyet Bayramında düzenlenen resepsiyona katılmayacak olması üzerine ve bu onu hakkında bu kadar konuşulmasına. TV kanalına tam bu sözler yumurtlanırken geçmitşim. Bir adamın bir kaç dakiak önce eleştirdiği konuda dakikalarca fetva vermesi ise son derce komik ve trajikti. Gündemin böyle bir konuya sırtını yaslamasından üzüntü ve şkınlık duyduğunu ddia eden insanın hemen ardından dakikalarca aynı teraneyi uzatıp durmasına ne demeli? Bu kadar ucuzladık mı? İnsanların bir dediğinin öbürünü tutmaması utanç duyulması gereken bir özellik iken şimdi utanılacak haller gerim gerim gerilip, kasım kasım kasınılan marifetleredönüşmüş vaziyette.

Coşku yerine itişmeleri seyrediyoruz. Bayan Erdoğan dargınlığını bir kenara koyup Bayan Gül'ün mübarek elii sıkacak mı bu gece? Ana muhalefet partisi lideri Cumhuriyet Bayramı kutlamalarından sonra Cumhurbaşkanlığının düzenlediği resepsiyona katılacak mı? Sualleri gündemin ta baş köşesine kurulmuş vaziyette. Halk bunları erak ediyor mecburen, mecburmuş gibi.

50. yılını kutlarken yaşanan coşkuyu şimdilerde hala hissedebilen var mı acaba? Ya da kaç kişi var?

Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun.



28 Ekim 2010 Perşembe

Biraz da Pekiştirelim

Hava inanılmaz soğuk. Bizler böyle havalara alışkın değiliz. Daha Ekim çıkmadan adeta Ocak havası yaşıyor gibi olunca üşümek nedir bilmeyen bendeniz kış günü giymediğim kazakları sonbahar bitmeden giyer oldum. Yorgan örtüyoruz üzerimize geceleri uyurken Eylül ve Ekim için inanılmaz bir hadise.

Bu yağmur dinmek bilmeyecek mi birisi söylesin n'olur bana. Su şıtıltısı duymaktan gına geldi.

Tedim tedim tedirginim, endim endim endişeliyim.

İzmir insanını alıp da İstanbul'da aylar boyu tutunca böyle oluyormuş demek ki.

İmza; Endişeli Andy

ya da
Tedirgin Teddy.

Kediden Al Haberi

Kayahan şarkısında istediği kadar "Yandı mı bu postaneler, yıkıldı mı yoksa" dese de Murathan Mungan'ın insan ruhunun derinliklerine işlene sözleri o yıllara meydan okuyan şarkıda "Olmasa Mektubun" demeye devam etse de, postanelerin, postacıların ve posta kutularının hayatımızdaki yeri ve önemi giderek azalmakta. Yürek ısıtan ya da acıtan mektuplar artık elektronik ortamdan anında elimize ulaşıyor. Deste yapıp saklamaya bile gerek yok, orada sanal dünyanın adımıza adresli bir kıyısında beklemeye devam ediyor eğer geldği gibi silip atmadıysak.

Posta kutuları da bir garip kaldı, içine düşse düşse; kredi kartı ekstresi ya da telefon, elektirik, su faturası düşüyor. Yıllardır elle yazılmış bir mektup görmedim. Zarfını dahi görmedim. Ama tabii umut kesilmez, bir telgraf, yolunu şaşırmış bir mektup getirebilir bir gün dalgın bir postacı.

Posta kutularına karşı hassasiyeti paylaşacak bir canlı olması iyi olurdu. Onca zahmet, eziyet ile binbir türlü yolu aşıp gelmiş haberin içi örümcek ağı tutmuş posta kutumuza geldiğini bize kim haber verecek? Kim bizim kutumuza ne atıldığını merak etmekle kalmayıp merakına yenik düşmek üzere olan bir kimseyi kim durduracak.

Posta kutunuz vara bir kedi şart. Yetkisi olmayan bir el kutuya uzandığında mahmur halini atıp o eli bir güzel tırmalayacak. Sahibine posta geldi dercesine yanaşıp, kürkünü kabartarak mırlayacak bir kedi kesinlikle lazım.

Bu güzeller güzeli eski İstanbul'un artık untulmaya yüz tutmuş bir kedi türüne mensup. Kendisi bir Haberci Kedi. Görevi postacı yolu gözlemek, gelen mektubu haber vermek, ev ahalisine dahil olmayan meraklı insanları posta kutusundan uzak tutmak, bu uğurda gerekirse "fıffff" diye bir caydırıcı ses çıkartmak ya da en son çare çırmalamak.

Yatış poziyonuna ilk baktığınızda rahatı yokmuş gibi dursa da kedi dostu bir insan yanaştı mı azıcık horultusunu bir nebze olsun dindirmiyor. Sonbahar güneşi bile onu ısıtmaya yetiyor, bal rengi gözlerini aralayıp kuyruğunu tembelce indirip kaldırarak bir selam veriyor yoldan geçenlere. Kısacası keyfi yerinde haberci kedinin.


Fotoğraf: Haberci Kedi - D.M.

27 Ekim 2010 Çarşamba

Fuhuşa "Dur !" Operasyonu

Haberlerde izledim.

Geçen gün İstanbul'da bir adet fuhuşa dur operasyonu düzenlenmiş, kırkbeş adet hayat kadını operasyon sonunda ele geçirilmiş. Operasyonlar TV kameramanlarının eşliğinde düzenleniliyor ya - tabiri caiz burada o yüzden kullanacağım - basılan kadınların bazısı kah saçlarını dökerek kah ellerini kapatarak yüzerini gizlemeye çalışıyorlar. Yüzünü gizleyerek polis arabasına binmeye çalışan kadınlardan birine cevval muhabirlerden bir tanesi durur mu; grev aşkı ile dopdolu, capcanlı nezle görmemiş sesi ile kısrağının önünde anıran bir eşek tavrı ile soruyor:

"Hanımefendi yüzünüzü neden gizliyorsunuz?"

Kadın sinirleniyor, yutkunuyor. Hemen yapıştırıyor cevabını:

"Anana sor"

Güler misin ağlar mısın? Adamın sorusunu gerizekalı sormaz. Oh cevabını cuk diye oturttu kadın aferim. Benim merak ettiğim moraran spikerin yüzünü neden bizden gizlediler. Böyle alıkları görmek hakkımız değil mi?





Bilmek istiyorum:

Fuhuşa dur ne demek? "Fuhuşa dur diyorum sana!!" şeklinde emir verir biçimde kulanabilir miyiz? Bu biçimde kullanırsak fuhuşa teşvik etmiş olur muyuz?

26 Ekim 2010 Salı

Sahi Biz Neden Ağlamıştık?

Ortaokul yıllarımda her sömestre başlangıcında dört ders seçer o derslerle asla alakadar olmaz ve bütünlemeye kalırdım. Bütünlemede hepsini birden temizler ve sınıfımı geçerdim. Kendimi pek sıkmazdım ders konusunda. Kalınacak dersler dörtlümün üçü çoğunlukla tarih, coğrafya, kimya ya da fizik dersleri olurdu. Bu liseye kadar böyle sürdü. Lisede kafama saksı mı düştü ne oldu bilmiyorum ben de takdir, teşekkür alanlar arasına karıştı.

Tarih hocamız seneler önce "Bitli" lakabını almış olan aslında işini ve öğrencileri çok seven bir kadın öğretmendi. Kıvırcık sık saçlarını sıklıkla kaşıması sebebi ile bu lakap kondurulmuştu sanırım. Atatürk'ü ve Cumhuriyetimizi çok severdi. Benden ise birinci sınıfta tanıştığımız ilk dersinde yaptığı yoklamada soyadım sebebi ile nefret etti. "Sen yunanlısın" dedi bana, sonra da yıldızı uzun müddet benimle barışamadı, beni yok saydı. Yazılılarından çalışsam da çalışmasam da kırık not alacağımı bildiğim için tarih dersini koyardım kenara.

Bir gün okulda, Atatürk resmi yarışması düzenlendiği duyuruldu. Resim konusunda yetenekliydim. Ben de katıldım. Atatürk'ün yağlıboya bir portresini yaptım, arka planda Türkiye'nin gölgesini andıran bir zemin üzerinde devrimlerimizi sembolize etmiş soluk renkte desenler vardı. Resmim birincilik kazandı. Kadın o gün bana gelerek beni alnımdan ve yanaklarımdan öpüp bağrına bastı. "Seni yanlış tanımışım" dedi. Güleyim mi ağlayayım mı bilemedim. Gülüp de tekrar nefretini çekmeyeyim diye kahkahalarımı içime attım. Teneffüse çıkınca güldüm biraz. Kadın o olaydan sonra yazılı kağıtlarımdaki yanıtlarımın içeriği eskisinden farklı olmasa da 8 den düşük not vermedi. Orta ikide yırttım tarihten.

Sınıfımızda benim gibi ders eleyip aklına esenleri geçmeyi prensip edinmiş başkaları da vardı. Bunlar sınıfın eğlenceli tipleri idi. Bir de her dersi aşırı ciddi dinleyen, inekler gibi her dakika çalışan, teneffüste bile başını kitaplarından kaldırmayan tipler vardı. Hiç eğlenceli değillerdi. Bunlardan birisi de Murat'tı. Her karne döneminde takdirname alırdı. Babası da onu yurt içine ya da yurt dışına tatile götürür, büyük hediyeler alırdı. Maddi imkanları güçlü bir ailesi vardı. Sahip oldukları ile övüneyi seviyordu çocuk. Yüzünün güldüğünü görebildiğimiz anlar babasının ona başarısı nedeniyle verdiği ödülleri anlattığı anlardı.

Orta üçüncü sınıfta Murat ilk sömestre yazılılarında tarihte bir türlü başarılı olamıyordu. Dönem sonundaki son yazılısı da kötü geçmişti. "Ya zayıf alırsam" diyerek üçbuçuk atıyor, utanmadan sürekli ağlıyordu. Biz zayıfa talimli olanlar ise ilk başlarda onu taklit edip coğrafyadan zayıf alırsam kendimi camdan atıcam diyerek güya sinir krizi geçiri gibi yapıyorduk. Ve camdan atlıyorduk. Sınıfımız zemin katta olduğu için camdan atlayınca doğru kantine koşuyorduk.

Karneden bir hafta önce cuma günü öğleden sonra tarih dersimiz vardı ve son yazılının notları açıklanacaktı. Öğlen tatilinde ağlamaları ulumaya dönüştü Murat'ın ve ağlamaların sebebi ortaya çıktı. O sömestre tatilinde takdirname alırsa babası onu Uludağ'a bir hafta tatile götürecekti. Tarihten zayıf almadığı takdirde diğer deslerinden zaten hep 10 alacağı belli olmuştu.

Sınıfta etrafına toplandık. Hepimizi bir hüzün aldı. Bir kısmımız Murat ile birlikte ağlamaya başladı. "Hayatımda hiç zayıf almadım karnemde ben" diye içini çeke çeke ağlıyordu gördüğü ilgiden memnun.

Ders başladı. Tarih hocamız notları sırayla açıklamaya başladı. Sıra Murat'a gelince "Baban tatile nereye götürecek seni?" diye sordu. Murat ayağa kalktı ve ağlamaya devam ederek "Uludağ'a kayağa gideceğiz hocam" yanıtını verdi. Bitli, "4 aldın, otur" dedi. Murat eskisinden de beter ağlamaya başladı. Onun bu haline ömründe Uludağ'a gitme ihtimali olmayanlar bile üzüldü ve ben de dahil sınıfta bulunan herkes iki gözü iki çeşme ağlamaya başladık.

Bir hafta sonra karneleri aldık. Murat tarihten kırk not almıştı. Takdirname götürmeyecekti babasına.

Onbeş günlük tatilden döndük. Korktuğu olmamış, Murat ve ailesi Uludağ'a tatile gitmişlerdi. Hatta çok üzüldüğü için bir yerine iki hafta kalınmıştı. Bizi ağlattığı için çok kızdık ona. O notun açıklandığı gün neden ağladığımızı hiç birimiz anlamadık. Ben ise hala anlamadım.


25 Ekim 2010 Pazartesi

Yönetmenin Kuruntusu

Seneler önce farkettim ki türk filmi izlerken afakanlar basıyor bünyeye ben deizlemeyi durdurdum. Yine de arada neler oup bittiğine bakmak için izliyorum. Bu izlemeler genelde kendimi zorlayarak oluyor, sonuna kadar azim gösterip nihayete erdiinde "çat" diye dvd playerı kapatıyorum. Önceki dönemlerde sinema salonunda türk filmi izleyebildiğim dönemlerde ise; yazılar geçmeye başladığında salonda dışarıya sanki izlediğim azaptan kurtulduğum için içimde ivedilikle bir toprağı öpme arzusu belirmiş gibi koşarak terkederdim sinema salonunu. O filme dair gözümün önünden geçenleri silip atmak da ivedilikle halledilmesi gereken bir görev olurdu, ne yazık ki. 1970 sonunda türk sineması ürünlerinde samimiyetini muhafaza edebilmiş fim sayısı çok az malesef.

Filmlerimizde hep birilerini etkilemeye çalışmanın telaşı, başka bir yerden görüp hoşuna giden bir kamera açısını, bir diyaloğu, bir mizanseni kendi filminin içine anlam bütünlüğünü sarsarak oturtma kolaycılığı sık görülen öğelerden. Bir de gişeciler türedi son on yılda, gişe yaptıysa iyidir gerisi beni enterese etmez cingözlüğündeki bu tipler ise en beteri.

Geçenlerde son dönemlerde izediğim bir türk filmi üzerine yazdım, filmin olumlu yönleri ve zayıf yönleri hakkında tamamen şahsi görüşlerimi içren bir yazıydı. Yönetmen hazretleri hazmedemişler yazdıklarımı yememiş içmemiş twitterda beni bloke etmiş. Bloke etmeden önce de şöyle bir twit salmış takipçilerine; "ben film yönetmekten anlamıyor muşum" makamında bir cümle. Kıyamam bunların kuruntularına ve hassasiyetlerine ben.

Ne kadar komik.

Herhalde sayın yönetmenlerimiz her yaptıkları işe her defasında ayrı makamdan alkış tutarak "Ah ne kadar mükemmel oldu, bundan mükemmel Şam'da kayısı" dyecek şakşakçılardan başkasını dinleyemeyecek denli kendi iç yolculuklarına odaklanmışlar. Copy-Paste den beslenmiş ürünlerine hayran kalınsın arzusundalar. Başkalarını etkilemek için yapıldığı bariz sahnelerinin ne kadar sığ olduğu asla farkedilmesin istiyorlar. Senaryo gelişimindeki tutarsızlıkları, fazlalıkları ve gereksizlikleri seyirci denen zırcahil sürüsü farketmesin istiyorlar. "Etkilensin diye yapıldıysa etkilenceksin evdeki hesabımız çarşıya hep uyar bizim" mantığı ile dayatılan ürünü yememek kabahat neredeyse. Kendi iç seslerine benzemeyenler "kötü sesler," kıskançlıkla sarfedilmiş kötücül birikimler.

Yok efendim, artık orijinali varken kötü taklilerle işi yok seyircinin. Yıllar içinde her bir filmin için uygun üslup seçmeyi yaratmayı beceremişsen filmin de sonunda üslupsuz olur. Sahneni nasıl çekeceğini önceden hesaplamayıp sette herkesin önerisi ile ayrı bir atraksiyon yaparsan o film üslup çorbası olur. Görüntü yönetmeninin canı o sahneyi rengarenk yapıp panayıra çevirmek istedi diye çekimden bir saat önce onun aklına uymaya karar verirsen o film de herkesin ucundan tutup çektiği yönde ilerler. Filmin her bir anı farklı farklı yollara sapar, toparlayamazsın.

Belki sayn yönetmenlerimiz farkında değil ama dünya giderek küçüldü. Türkiye eskisi gibi medeniyetin nimetlerinin çok fazla uzağında değil. Orijinali varken güdük taklitlerini yutmayacak kadar da kaliteli işlere alıştı. DVD'lerde "yönetmenin kurgusu" versiyonlarını, yönetmen, oyuncu, görüntü yönetmeni, kurgucu, prodüktör yorumlarını dinleye dinleye ufak çaplı örnekleri ile sinema dersleri almış oldu. Maymun gözünü açtı yemiyor artık. Siz ahkam kestiniz diye dedikleriniz doğru demek değil.

Yaparsın filmini açarsın eleştirilere kendini. Seyircinin zevkini yönlendirebilirsen, insanların beyinlerindeki gri hücreler titreştirebilirsen ne ala.

Bizde neden hiç yönetmenin kurgusuyla yeniden yayınlanmış film yok acaba?

24 Ekim 2010 Pazar

As - Pi - Ri - N

İlkokul üç ya da dördüncü sınıfta olmalıyım. Bahar aylarında çocukların bazılarının ellerinde arka yüzü yeşil ön tarafı 15 adet beyaz düğmeden oluşan bir oyuncak peydahlandı. "Aspirin" ve bir dairenin içine artı işareti şeklinde yazılmış "Bayer" yazısından oluşan eşantiyondu. Hiçbir yerden satın almanız mümkün değildi. Edinebilmenizin tek yolu bir eczacı ya da doktor tandığınızdan istemek ya da onun size hediye etmesiydi. Ulaşması güç gelince teneffüste çıkılan okul bahçesinde oyuncak ödünç istemeler, ödünç alamayınca kırgınlıklar, küskünlükler oldu.

Ben o oyuncağı olmayan mutsuz çocuklardanım. Aspirinliler okulun bahçe duvarınn kenarında kim daha önce yapacak yarışları yaparken oyuncağı olmayanlar okul duvarının kenarında artık hiç de cazibesi kalmamış olağan oyunlarımızı biraz buruk da olsak oynamaya devam ederdik. Bir kaç hafta içerisinde tenefüslerini bahçe duvarı kenarında geçiren çocuk sayısı giderek arttı.

Sonra bir gün benim de o oyuncağımdan oldu. Kısa bir müdet de olsa hayallerimi süsleyen bu oyuncağı bana kim verdi, ne zaman verdi aklımdan silinmiş. Önlüklerinin cebinden oyuncağını çıkarığ duvar kenarında oynayan çoğunluğun arasına karıştığım için kendimi mutlu saymış olmalıyım bir dönem.

Bu oyuncak Rubik kübünün adeta çok yaşlı bir akrabası gibiydi. Önce yazı ve şekiller bir güzel karıştırıp, kare şeklindeki düğmeleri yerli yerine oturtarak şekli tamalamaya çalışıyordunuz.

Sonra bu oyuncağı bir güzel saklamışım. Annem de nedense bunu atmamış, geçenlerde can sıkıntısından çekmece içi safarisine çıktığım bir gün elime geçti. Hatırladım biraz.


23 Ekim 2010 Cumartesi

Malak Ruhlu İnsanlar

Türkçe sözlüklere bakacak olursanız, mandanın yavrusuna malak deniyor. Başkaca da bir argo manası yok. Canınız istediğinde birisini eşek, ayı, köpek gibi hayvanlar aleminde seçmece isimlerle adlandırdığınız gibi dilerseniz malak da diyebilirsiniz. Kelimenin arkasında başka bir anlam aramaya gerek yok elbette.

Demokratikliğin dik alasına sahip gibi gözüken bir sözlüğümüzde malesef manda yavrusu ruhlu bir sürü insana moderatör görevi vermişler. Buradaki moderatörler nuh dediler mi daha sonra peygamber diyebilmelerine ufuk açabilecek her türlü pencerelerini kapatıveriyorlar o saat. Söz ağızdan çıktı mı kafa yormuyorlar boş yere. Çok pratik, aferim.

Benim ekşi sözlük maceram üç yıl önce başladı. Kaydolduktan ve on tanım girdikten sonra kapıların size tam anlamı ile açılabilmesi bekleşenler sırasının en dibine yerleşiyordunuz. Ara ara da kaydolduğunuz isimle girip okuyup, tanımları oylayabiliyordunuz. Ben kaydolduğumda 36 bin küsurlardaydım. Derken ocak 2010 da 1000. sıraya kadar yükselmiştim. Yıl sonuna kadar sıra bana gelir diye düşünmeye başlamıştım. Bir gün girdiğimde sırada gerilediğimi gördüm ve sözlük yönetimine bir şikayette bulundum. İki yıldan uzun bekledim daha fazla beklemek istemiyorum diye. Bir kaç saat sonra üyeliğim tam hale geldi. Artık tanım girebilirdim demek. Aylarca tanım girdim. 850 civarında tanımım oldu. Sonra bir gün, "Ön sevişmeyi gereksiz bulanlar" gibi bir başlığın altına tanım yaptım. Yazdıklarım aynen şöyleydi; "Bunlar ön sevişmeyi bilmedikleri gibi malak emzirmesi ya da rakamlarla ifade edilen pozisyonlara da gerek duymayan malak ruhlu insanlardır".

Tanımım yazılır yazılmaz bir moderatör tarafından uçuruldu. Gerekçesi şuydu "malak ruhlu insanlar, götümüze girebilir" Ne yani dedim, malak ruhlu insanlar lafından birilerinin gocunabileceğini düşünerek mi bu tanımı sildibu moderatör. Bir ay kadar bekledim. Çöp kutumda duran bu tanım beni ragatsız etti. "Malağı salak mı sandılar acaba", "bunun arkasında art niyet mi aradılar yoksa" diye depreştim bir gün.

Silinen tamındaki "malak ruhlu insanlar"a link vererek tanımımı yeniden incelenmeye gnderdim. Ve "malak ruhlu insan" başlığını açtım sözlükte. Tanımım şöyle bir şeydi.

Malak ruhlu insan: Bekçi Murtaza misali salla başını al maaşını zihniyetine fazlaca sahip çıkan, beyaz dediğinize inat ederlerse üzerine basa basa ak deyip size iitraz etmeyi marifet sayan, ilk duyduğu ilk düşündüğü ile hareket edip bir daha geri dönüp bakma lüzumunu gerekli görmeyen, sabit fikirli insan olmayı erdem bilen, kraldan çok kralcı olmayı da marifetmiş gibi gurur meselesi yapan ufku dar insanlara denir.

Yazdım, entırladım, yolladım. Tanımım bir güzel sol köşede yer aldı. Uzun süredir girdiğim ilk tanımdı. Başka tanım yapmadan çıktım siteden. Bir kaç gün sonra e-malimde ekşi sözlükten gelen mesajı buldum. Sözlükten atıldığımı kullanıcı ismimin silindiğini müjdeliyorlardı.

"Vay be" dedim bu diyarın moderatörleri düpedüz malak ruhlulardan seçilmiş. O sözlükte o kadar insana alenen, isim verilerek ne hakaret derecesinde yazılar yazılıyor da, malak ruhlu insan kadar etkili olmuyor, tanım da yerinde duruyor, yazan kişi de sözlükte barınmaya devam ediyor.

Neyse efendim bir kaç malak ruhlunun dürtüsünü beyinsizliklerinden kapmış vazife aşkı sebebi ile sözlük aleminin kapılarını kapatmış bulunduk.

Sadece sözlüklerde değil hayatın her hangi bir adımında bile malak ruhu insanlara aman dikkat, uzak durmakta malaklığın ülkemizdeki geleceği açısından büyük fayda var.

Bu arada; ineklerin de uzaylılar tarafından uçan dairelerine atıldığı gibi kaçırılıp, üzerinde bir sürü deney yapıldıktan sonra tekrar dünyaya, esir alındıkları çayırlara, bayırlara terkedildiğini düşünmemiz için bir sürü delil var.

Ben bu tuhaf ekim gününde, buradan uzaylılara sesleniyorum!!Bize de gelin bakın çok güzel tam deneylik azman, azgın, besili, damızlık, gammazlık, fettan, işbilir, iş çevirir, aradan laf üretir, kulp takıtırır bir sürü malağımız var alın azıcık inceleyin. Biraz nefes aldırtın bizlere.

22 Ekim 2010 Cuma

O Bir İnsan Değil! Ama Ne?

Öncelikle böyle bir soru bana yöneltilse, "Bana ne? Neyse ne" der ve yürür giderim. Zaten filmin afişini de görünce içimden bu yanıtın tıpkısının aynısı geçmişti. Bir arkadaşım bilim kurgu, gerilim vekorku filmlerini sevdiğimi bildiği için bana dvdsini verdi. "Al bak bu filmde sevdiğin türlerin hepsi var" dedi. Yapacak başka bir işim olmadığı bir gün de oturdum seyrettim.

Şimdi filmin bir adı var, o da "Splice". Ancak filmin ülkemizde boy göstermiş olan afişinin miniminnacık bir kenarı dışında bu isme rastlamak mümkün değil. Onun yerine afişe eşek yavrusu kadar harflerle "DNA" yazıp onun da üzerine de eşeğin annesi kadar kadar harflerle "DENEY" ismini kondurmuşlar. Filmin ülkemizdeki gösterim adı "Deney" ve filmin ülkemizdeki afişine uygun görülen yabancı dildeki ismi de "DNA". Daha filmin isiminin başladığı noktadan çok hoş mu hoş, cici mi cici, zeki mi zeki, aman da aman bir kelime oyunu devreye giriyor. Filmi ithal eden firma, seyircisinin filmin orijinal ismini DNA sanmasını istemiş ve koyduğu türkçe isim de D, N, ve A kelimelerinin ingilizce okunuşu olan "Di","eN","eY"i burnundan hık demiş düşmüş kadar andıran "Deney" kelimesi olmuş. Yarabbim bu film ithalatçıları falan niye bu kadar zeki olmak zorunda ve bir o kadar da anlaşılmamaya çalışılmakta. Elin filminin adını dön değiştir gudubet bir şey yap. Bir insan sevimli olmak istese bu denli sevimlileşmeyi başaramaz. İşte filmin adının üzerinde böye bir gizemli muamma var. O muammayı aşar aşmaz film başlıyor.

Tam bu noktada bu yazının geri kalan her bir yanından spoiler fışkırdığını belirtmeden geçmeyeceğim.

Splice'ın öyküsü Frankestein'ı andıran bir rota üzerinden izliyor ve filmi kendisini de konusunu da sadece beş kelime ile özetlemek mümkün; Bir garabeti anlatan gudubet film.

Elsa ve Clive N.E.R.D. isimli, uzmanlık alanı için DNA araştırmaları yapmak olan bir firma için çalışan iki uzman. Senaryo icabı dahi olduklarına inanmamız bekleniyor ama az sonra değineceğim yaptıkları dahi olmalarına imkan olmadığına inanmamız için yeterince delil veriyor elimize. Ayrıca bu ikisinin karıkoca mı yoksa sevgili mi oldukları da seyirciden gizlenmiş. Ahha, muammalı film.

Bu iki deha insan DNAsı üzerinde deneyler yaparak Ginger ve Fred adında iki sevimsiz iğrenç yaratığı dünyaya getirirler. Bu başarıyı yeterli gören şirket yetkilileri bu tür deneylere son verdiklerini iki dahiye açıklarlar. Hayal kırıklığına uğrayan iki deha bunun üzerine gizlice balık, kuş, kanguru, fare, insan ve Allah ne verdiyse onun DNA'sını pizza yaparcasına labaratuvar ortamında eşleştiriler. Bu iki sevimsiz görüntülü bilim adamını bize sevimli göstermek için kulaklarına tıkılı kulaklıklarında ne kadar modern ve genç işi melodiler dinledikleri bize duyurulur ki seyirci onlara sempati duysun.

Eşleştirme başarılı olur. İşte o andan sonra filme Clive'ın kardeşi dahil olur. İki erkeğin kardeş olduklarını anlamamız için her ikisi de dünyanın en zevksiz saç modelini paylaşmaktadırlar. Ckive bilim adamı, kardeşi ise aynı şirketteki görevi sıradan bir teknisyen olmaktır. Filmde ise bir görevi yoktur çünkü onun olduğu sahnleri kestiğinizde konu gelişiminde bir anlam yitimi olmamaktadır. Bu kardeş seyircinin sözde şoka uğradığı sahnelerden sonra Clive'ın yanına usulca sokulup ona konuya katkısı olmayan sayıklamalarda bulunur. Abi kardeş koca şirkette ve filmde böyle ikide birde kafa kafaya vererek vakit öldürmektedirler. Hoş bu NERD isimli şirket dünyanın en önde gelen araştırma şirketlerinden biri olmasına rağmen şirketin yönetiminde bir kadın, bir de onun yardımıcısı, iki bilim adamı, bir teknisyen ve bazı sahnelerde fonda gezinen iki teknisyenden başka kişi yoktur. Dev gibi şirkette topu topu yedi kişi çalışmaktadır. Bir temizlik görevlisi bile yoktur. Her yer kamera doludur.

Eşleştirme başarılı olunca yapay rahimdeki canlı büyümeye devam eder. Nihayet gün gelir yapay rahmin suları gelmeye başlayınca doğum sancıları başlatılır. Yavrucağız doğmayınca Elsa ebelik görevini gerçekleştirmek üzere rahim ağzından elini sokarak canlıyı çıkarmaya çalışır. Canlı bilinmeyen bir tür olduğu ve böyle el sokup dünyaya getirtmek cahilce bir cesaret gerektirmektedir. Elsa'nın eli dirseğe kadar sokuluyken yaratık bir tarafı ile ebesini sokmaya başlar. Zaten bu yaratığın ebesine karşı ne denli saygısızlaşabildiğini ileride daha güzel anlayacağız. Elsa çığlıklar atarak kaptırdığı elini kolu ile kurtarma çalışırken Clive'ın ona yardım edesi gelir. Milyonlarca dolarlık yapay rahmin diğer labaratuvar gereçleri ile vura vura paramparça eder. Bu esnada yaratık da doğmuş olur. İki sevgili/eş manalı manalı bakışırlar zira aslında bir çocukları da olsun istemektedirler. Fakat görünen odur ki şimdilik seyircilerle birlikte bu alengirli alegori ile idare edeceklerdir.

Clive yalandan "öldürelim şunu" dese de karşılık olarak Elsa da yalandan annelik taslar pozu verir. Yaratık kısa süre büyür, serpilmeye başlar. Devasa şirket aslında tenha bir yer olduğu için kimse milyonlarca dolarlık cihazın kırılıp döküldüğü farketmediği gibi her dakika sinir bozucu çığlıklar atan yaratığın serpilmekle kalmayıp artık ele geldiğini görmez bile. Elsa yaratığa isim koymak isteyince şirketin ismini tersten okur, ona Dren adını uygun görür. Yaratık da scrabble taşları ile kendi adını yazar herkes mutlu olur. Dren labaratuvara sığmayacak hale geldiğinde iki dahi onu bodrum katına temizlik malzemelerinin bulunduğu depoya saklamaya karar verir. Şirkette bir temizlik görevlisinin bile olmayışı senaryoda en ufak hata oluşmasına müsade etmemiş olur. Temizlik görevlisi olmazsa o depodaki malzemeleri kim kullanacak değil mi? Çılgıncasına zekice.

Neyse yaratık, Clive, Elsa postu depoya sererler. Yaratık tüllerle gizlenmiş yatağında istirahat ederken kanepede pantolonlarını değil çıkarmak bir düğmesini bile açmadan cinsel ilişkiye girdiklerinde yaratık onları tüller arkasında izleyip kadını sinsice kıskanmaya başlar.

Sonra yaratık iyice büyüyüp hoplar zıplar hale gelince Elsa'nın kırsal kesimdeki kocaman ahırı olan evine gidilir. Bu arada Ginger ve Fred'in dünyaya tadimi beş on kişi ile minik bir tiyatro sahnesinde yapılırken bu iki sevimsizlik abidesi patates görüntülü şey bir birini tırmalayarak haklarlar. Hatta bu heyecan verici tepişme sonunda akvaryumları, onları izleyen beş on kişinin üzerine devrilir, yaratıklardan biri en önde oturan kadının bacaklarına usulca konar. Şirkey bu rezaleti olağan karşılar.

Yeni yerleştirildiği ahırda kabına sığmayıp adeta şahlanarak hırçınlaşan Dren'in uçabildiğini, su altında nefes alabildiğini bir kanguru çevikliği ile dam çatı bırakmadan zıplayabildiğini, yabani tavşanları bir lokmada geviş getirebildiğini öğreniriz. Bunun üzerine kendisine bir kedi hediye ederler. Kabahat işleyince kediyi ondan geri alıp ertesi sabah tekrar iade ettiklerinde Dren kediyi kuyruğunun ucundaki iğne ile sokarak öldürür. Buna kızan Elsa Dren'in kuyruk iğnesini söker. Kuyruk iğnesinin sökülmesine kızan Dren Clive'a cilve yapıp adamı baştan çıkarır. Adam bilim adamı olduğu için saf tabii hislerine yenik düşüp ahırın samansız bir köşesinde kendini teslim eder. Orgazm taklidi yaparken Dren'in kanatları tutku ile titreşir. Tam o sırada ahırın kapısı uğursuz bir gacırtı ile açılır ve sıradan bir seyis/leydi öyküsünde olanlar olur. Elsa onları oracıkta basar. Gördüklerine inanamaz. Clive pantolonu inik vaziyette karlarda koşup kendi kendini teşhir etse de Elsa arabasına atlar ve oradan kaçarcasına kaçar. Çok kısa süre sonra Dren eceliyle ölür. İki dahi Dren'i gömer. Gömme işlemi bitince Clive'ın kardeşi şirket yöneticilerinden biri ile gelir. "Söylemek zorundaydım der" Zaten filmin bitmesinede az kalmıştır. Tam o sırada Dren'in çabucak doğurup büyüttüğü erkek çocuğu uçarak gelir Elsa hariç herkesi öldürür. Elsa ile baş başa kalınca tahmin edildiği gibi çok korkunç birşey olur. Erkek yaratık annesinin ebesine oracıkta sahip olur. Sonra kötülük cezasız kalmayacağı için öldürülür.

Son sahnede şirket sahibi kadın ile Elsa akıllıca laflar etmekte gelcek ile ilgili çetrefilli planlar yapmaktadırlar. Sonra ayağa kalkarlar. Bir de ne görelim. Elsa'nın karnı burnunda değil miymiş.

Böyle bir filmin Cube'un yönetmeni olan Vincenzo Natali tarafından yçnetilmiş olmasını çok garipsedim. Öte yandan Adrien Brody ise giderek Nichlas Cage'leşiyor gözümde, çünkü önüne gelen her filmde boy gösterir hale geldi. Ancak bunca iyi filmde rol almış, oyunculuğu ile ödül kazanmış bir aktörün okuduğunda senaryonun ne kadar yavan olduğunu farketmemiş olması affedilir gibi değil. Öte yandan Sarah Polley de aslında iyi bir oyuncu olmasına rağmen bu filmde dökülüyor.

Film başladığı andan itibaren "yok artık bu kadarı da olmaz", "artık bu enayiliği yapmış olamazlar" dediğiniz bir çok sahne var ve malesef o enayiliklerin hepsi birer birer oluyor. Bu haliyle benim için her sahnesini kahkahalar atarak izlediğim absürd bir bilim kurgu filmi oldu. Tahminimce ilk şok atlatıldıktan sonra seyircisini bulacak ve seneler sonra da gülünerek izlenecek bir saçmalık var önümüzde.





21 Ekim 2010 Perşembe

Leave Britney Alone

Chris Crocker çarşafların altına gizlenip Britney Spears'a olan sevgisini göz yaşı halinde akıttığı videosundan sonra aniden internet ünlüsü olmuş. Gözyaşlarının üzerine ritm döşetip gözlerine hitab edemediklerinin kulaklarına kadar sokmuş meramını. Bütün bunlar 2007 de olmuş bitmiş bile gelin görün ki benim gibi bir internet cahilinin üç sene sonra haberi olmuş.

Çılgın hayran Britney uğruna gözyaşlarını sel edercesine kendinden geçerek bir hayli dağıttığı videosu ile artık kendisi de bir çok hayrana sahip olduğu gibi bir çok insanın da nefretini kazanmış vaziyette. Şu kısacık videosunun takliteri, parodileri youtube ya da tv kanallarında boy göstermiş. C. Crocker, kısa sürede yakaladığı ününün rüzgarı ile bir kaç single çıkarmış ve albümü de kısa bir müddet sonra müzikseverlerin beğenisine sunulacak.

Allahım başka dert vermesin kimseye. Bu dayanılır gibi değil...



Çöplüğün Tek Kedisi

Çöp kutusunun altında saklanan sokak kedisi turuncunun tonlarındaki kürkü ile çok uzaktan farkediliyordu. Bir anda aklımdan az sayıda turuncu tonda sokak kedisi gördüğüm geçti. Acaba kolay farkedildikleri için rahatlıkla kötü niyetli çocuk ve erişkinlerin hedefi haline mi geliyorlar diye düşündüm.

Gürültülü bir kamyon geçiyordu sokaktan. Araç köşeyi dönüp sesi azaldığında, kedi altında saklandığı çöp kovasının içine zıpladı. Usulca yaklaştım. Atıkların içinden dişinin kovuğuna gidecek bir besin kırıntısı arıyordu sabırla kedi. Yaklaştığımı görünce bana bakıp miyavladı. O anda. O çöplüğün o andaki tek kedisiydi, benden hem korkuyor hem de korkmasına rağmen oradan gitmemek istiyordu.


Fotoğraf: Çöplükteki Kedi - D.M.

Bu ara çok fazla sokak kedisi resimledim. Adım mahallenin delisine çıkarsa şaşırmam.

20 Ekim 2010 Çarşamba

Balık

Balık tüketimine asla sıcak bakamadım. Arkadaşlarla gidilen yemeklerde ya da iş için gidilen mekanlarda mecbur kalmadıkça kendime balık yemeklerinden birini sipariş etmekte hep isteksiz davrandım. 30 yaşıma gelinceye kadar tabağımda balık görmek istemeyen biriydim. Sonradan sonradan bu konudaki yabaniliğimi silmeye çalıştım. Diğer deniz mahsullerini ve bunları içeren yemek türlerini tüketmeyi severim ama iş balığa gelince bir başka oluyorum. Hatta isteksizliğimden geçtim, balık çeşitlerini de pek tanımam. Renginden ötürü sadece barbun mudur nedir onu biliyorum. Küçük olan bir balık türü var ona hamsi deniyor ama bazen nedense o küçümen şeylere papalina da dendiği oluyor. Ben de kendimi zorlamıyorum bu konuda. Tanışmaya fazla niyetim yok zaten. Evde balık pişmesinden bile hoşnut olmuyorum, o koku uzun süre evden çıkmayacakmış gibi geliyor, neşem kaçıyor.

Balık tüketiminden kaçınmamın türlü sebebi olarabilir aslında, işte onlardan anımsayabilğim bazıları şöyle:

Çok küçüktüm. Beş yaşındaydım sanırım ve o küçük - hala daha küçük - taşra kentindeydik. Annemler İstanbul'a tayin olmuşlardı. Orada bir ev tutulunca ben de yanlarına gidecektim. Anneannemlerde kalıyordum. Telefon yoktu evde. Bir akşam sofrada balık vardı. İştahla yeniliyordu balık. Yanında da marullu, turplu, limonlu nefis bir salata vardı. Anneannemin bahçe kapısında bir motorsikletin durduğunu duyduk. Gelen postahane görevlisiydi. Eskiden o kentte telefonunuz olmasa da bir yakınınız sizi bulunduğu şehirdeki bir evden ya da bir postahaneden telefonla arar ve sizin şehrinizdeki postahane görevlisi saat kaç olursa olsun motorsikletinin üstüne atlar, gelir kapınızı çalar telefonun diğer ucunda sizi birinin beklediği haberini verirdi.

Telefon hayatlardan bu denli ırak olunca da postahane motorsikletinin sesi, bilhassa hava karardıktan sonraki saatlerde pek hayra yorulmazdı. Kimin kapısında durmadıysa o evin ahalisi gecelik kendilerini şanslı sayar, pencere arkalarında derin bir oh çekerlerdi. Kapısı çalınan evde ise telaş başlardı.

Görevli kapımızı çalınca anneannem, dedem, teyzem ahlar ve vahlar içinde acaba kötü bir haber mi diye ayaklandılar. Ben de ağzıma aldığım balık lokmasını olduğu gibi çiğnemeden olanca kılçığı ile yutuverdim. Yutmamla birlikte boğazımda şu an bile tarifsiz diyebileceğim şiddetli bir acı hissettim. Önce sustum. Suskunluğum dikkat çekmeyince bastım çığlığı. Kapıya koşuşan ev ahalisi benim başımda birikti. Boğazına kılçık irisi saplanmış beş yaşındaki bir çocuk olarak ciğerlerimin kuvetinin yettiği kadar avaz avaz ciyaklıyordum.

O halde rotamızı önce postahaneye çevirmişken, kılçığın vehameti üzerine kendimizi hastahanede bulduk. Haber iyi miydi kötü müydü kimse düşünmedi o an. Ne yapıldı ne edildi tam hatırlamıyorum. Çok korkmuştum, canım çok acımıştı. Kılçıktan kurtulduktan sonra bile bir müddet boğazımda anjin olduğum zamandakine benzer bir sızı hissetmiştim. Sonraki on yıl evde ne zaman balık pişse boğazıma bir ağrı saplandığını söylememe alıştı bizimkiler.

Böylece balık yemekten kurtuldum kurtulmasına ama balıktan elde edilen bir başka ürün yapıştı yakama okula başlamamla birlikte. Doğru düzgün okula gidilirken bir gün aniden benim zayıf olduğuma hükmedildi. Doğru doktora. Doktor her sabah balık yağı içmem gerektiğini söyledi. Her sabah balık yağ içecek bir çocuk olma fikri hoşuma gitti nedense o anda. Hemen eczaneden balık yağı alındı ve ertesi sabah bir çorba kaşığı dolusu bana uzatıldı. Yok bir dakika balık yağı denememiş olan bilmez. Balık yağı iğrenç kokusu, iğrenç tadı, iğrenç görüntüsü olan kısacası ipiğrenç bir şeydir. Benim bunu anlamam uzun sürmedi. Kendimim diye demiyorum zeki çocuktum. O kaşık ağzıma uzatılırken beni bekleyen lezzet deneyiminin ömrümün geri kalanına kötü tesir edeceğini şıp diye anlayıp, koşarak oradan uzaklaşmaya başladım. Kaçmaya çalıştığım yere bakar mısınız: Okul.

Annem arkamda ben önde ev ile okul arasındaki o yolu farklı semtlerde, kenterde kaç kez koştuk hatırlamıyorum. Saymadım. Ama çok sayıdaydı. Kaçışlarımın hiç birisi başarılı değildi. Hep kaçtım. Hep kovalandm. Hep yakalandım. Burnum hep annemin iki parmağı ile kapatılarak o dolu kaşık boğazımdan aşağıya boca edildi. Balık yağını benim için sevimli ya da katlanılabilir hale getirmek üzere içine rendelenmedik sebze, meyve ya da hububat kalmadı. Yok, yok, yok olmadı. Hiç birisi o yağı sevimli hale getiremedi. O zıkkımı asla kendi rızamla içmedim.

Uzun müddet geceleri başımı yastığa koyduğumda; "Balık yağı içirdiğimiz için öldü bu, keşki içirmez olsaydık" diyerek naaşımın ardından üzülen bir akraba kabalığı hayal ederek ne intihar planları yaptım, ne şaşalı hayali cenaze törenleri düzenledim. Hiç birisini uygulamadım tabi o ayrı.

Öğlenci olduğum bir gün okula gitmeden önce bir çocuk dergisinde bir balık öyküsü okudum. Bir balık ailesi vardı. Anne balık, baba balık ve yavru balıklar. Bir martı gelip önce baba balığı hemen ardından da anne balığı yiyordu. Çocukları anne ve babalarının kılçıklarını suda salınırken görüp ağlıyorlardı. Nasıl üzüldüm o balıkların haline ve suda yüzen keder dolu kıçıklara anlatamam. Yıllarca balıkların da birer ailesi olduğuna, evimize giren her balığın bir anne ya da baba balık olduğuna, akşam yuvalarına dönmedikleri için arkalarından üzülüp ağlayan bir sürü yavruları bulunduğuna inandım. Ama sonradan "En azından kılçıkları denize değil çöpe atılıyor" diyerek kendimi teselli ettim. Böyle bir hikaye çocuk dergisine niye koyulur o kısmı hele hiç anlamadım.

İlk okul dördüncü sınıfta okul değiştirdim. İlk dört yılımı dört ayrı okulda okuduğum için bu değişikliği normal sayıyor olmam gerekirdi. Ama o seneki sınıf öğretmenim sevimli çocuk numaralarına katlanamıyordu. Numara yapmanıza gerek yoktu sevimli, sempatik falandıysanız şayet yanmıştınız, numara yapıyor olmakla mimleniyordunuz. Malesef ürkütücü topuzlu, iri kıyım öğretmen hanımla yıldızımız hiç barışmadı. Hatta bir gün bana şiddet uygulamaya kalkıştığında o dönem moda ola karate filmlerinden kaptığım iki numara ile ben de ona o anda istemeden şiddet uyguladım. Ayıp oldu ama napayım, böylece birbirimizden uzak durmasını öğrendik. Beşinci sınıfta yine tayin sebebiyle yer değiştirince tamamen kurtuldum kendisinden.

İşte bu cevval öğretmenimiz, bir gün sınıfta aniden; "Bakalım hanginiz bilecek, balıklar su altında niye konuşamaz?" diye sordu. Sınıfın tamamı cevaplayan çocuk olabilmek için deli gibi parmak kaldırırdığı halde neden tek parmak kaldırmayan beni durduk yere seçip "Sen söyle bakalım" dedi hiç bilmiyorum. Ben de o deli saçması çocuk dergisinde okuduğum bir fıkradan ilham alıp sınıfı şenlendirmeye özendim. "Öğretmenim sizin de başınızı suyun altına soksak konuşamazsınız ki" dedim. Cümlemi bitirince sınıfta önce anormal bir sessizlik oldu. Hemen ardından otuz kadar çocuk zincirinden boşanmış manyaklar gibi bağırarak en tiz perdeden kahkahalarını koyverdiler. Çıkan gürültü olağanüstü biçimde ilham vericiydi. Yarattığım kaos acaip ihtişamlı geldi bana. Şaşkınlığı kısa süren kadın, derhal öfkesinden zıp zıp zıplama pozisyonuna geçti ve kendi sesinin en yüksek perdesinden çığlık atma performansını sergiledi. Bunun üzerine herkes sustu. İstediği sessizlik sağlanınca öğretmenimiz beni koca sınıfın önünde aşağıladı. Çok içerledim. Yine de altta kalmamak için karşılık verince beni sınıftan attı. Sınıftan ilk kez atılıyordum. Gururum elbette ziyadesi ile kırıldı.

İşte bu sebeplerden uzak durdum balıklardan.


19 Ekim 2010 Salı

Bir Yaşıma Daha Girdim

Seneleri birbiri ardına üstüste dizme yolunda kösteklenmeksizin azimle ilerliyorum. Azim sahibi olduğum tek konu da bu zaten. Hoş eşeği bağlasanız bir an gelir o da yıllara akan su misali baka baka bakmalara doymaz. İşte böyle anlarda Gülşen olasım onun gibi cümle hissimi elektronik ortama dize dize dökesim geliyor. Geçen kendisi twitterda attırmış, takipçilerinden biri de , elleri dert görmesin bana retweet edince haberdar oldum. "Az evvel beste yaptım, kalbim duracak sandım" nevinden bir cümle buyurmuş hanımefendi. Ben bu yaşa geldim şöyle bir cümle kuramadım mesela. Kursam kursam "Az evvel büyük abdestimi yaptım kalbim duracak sandım" falan derim ki hiç de sanat yüklü bir bahis değildir zaten.

Rica ederim kapatalım bu bahsi...

Öğle üzeri bir arkadaşım kaç yaşıma bastığımı sordu, gerçeği gene gizledim. Yaşım sıradan bir yaş olmaktan çıksın olağan dışı bir muammaya dönüşsün istiyorum sanırım. Ömrümü olağan muammalara vakfettim bir de olağandışı tarafım bulunsun bir kenarda. Yeni yaşımda az buçuk süpernatürel takılmam kaçınılmaz artık. Tarzımdan genel manada bir natürellik akıyor zaten. Süper olmamın tam sırasıymış demek.

"Bu yaşıma girdin kazık kadar adam oldun iyi halt ettin, koca ömründe ne öğrendin?" diye sual edecek olan olursa ben de bir iki bir şey öğrendim aslında. Unutmadan sıralıyayım;

1 - İnsan sayısının bu kadar fazla olduğu bir ülkede en kolay harcanabilen ve her daim hep en ucuz olan da tabii ki insan. Bunu öğrendim öncelikle
2 -
Hepimiz ölüyoruz ve çok azımız bunun farkında.
3 - Kendine saygısı olmayan bir kişinin başkalarına saygısı olmuyor faidesi desen hiç dokunmuyor.
4 - Önsezilerine kulak veririsen ve mümkünse insanlarakarşı peşin hükümlü olursan daima kazanırsın. Zaten adam çokluğu var eleye eleye geriye kalanlar senin olsun.

İlk üçüne gönülden inanıyorum, dördüncüsü tamamen yediğim kazıklar neticesinde eriştiğim mertebedir. Bu sene, yani yeni yaşımda süpernatürel takılırken bu maddeye de harfiyen uymak niyetindeyim.

Ha bir de blogger/blogspot a doğum günümden bir gün önce girmekle hangi akla hizmet ettiysem artık iki gündür üstüste sanki ölmüşüm de hem kendi ardımdan yazıyormuşum hissiyatına büründüm - ki ne göreyim koyu renkler bana yakışıyor.

Geçen Bestbuy'dan kendime doğum günü hediyesi aldım eve gelince hatalı ürün olduğunu gördüm. Ertesi gün bir hışımla geri gittim, giderken hatalı ürünü de yanımda götürdüm. Gözlerim boşuna raflarda gezindi. Meğer benim istediğim, uğruna ter ter tepinmeye üşenmediğim ürün tükenmiş. Geri götürdüğüm ürünü kayıtsız şartsız geri alıp ücreti iade ettiler. Bunun üzerine sinirim geçti, hatta çok sevindim. Düşünsenize bestbuy'dan eli boş çıkarken doğum günü hediyesi almış gibi mutluydum. Züğürt tesellisi denilen şey bu olsa gerek, evet beşinci öğrendiğim de bu olsun bari; "Bazen boş avcunu yalarken bile sevinilebiliyormuş".

Uzun lafın kısası ömür bu torba değil ki büzesin, bir yaşıma daha bastım. Gene olsun gene basarım.


Efendim gelsin ordan Vinicius Cantuaria'dan "Galope". Hepiniz için çalıyorum teknik imkansızlıklardan ötürü bir tek kendim dinliyorum. Affola.

18 Ekim 2010 Pazartesi

Devam

Zaman ne kadar hızla akıyor. Buraya gireli tamamı tamamına üç yıl olmuş. Vladimir Bey’i takdimim hala aklımda. Vladimir isminin yerine artık kendi gerçek ismimi kullansam mı diye düşünüyorum arada. Kıyamıyorum bir türlü ona.

Durum şizofrenik hal almadı, korkmaya gerek yok. Vladimir’e devam.

2 Ekim 2010 Cumartesi

Çok Elin Ses'i Var

Ses'i fragmanını ilk gördüğümden beri izlemek istemiştim. Zekice hazırlanmış bir gerilim filmi vaad ediyordu. Ancak, sinemada türk filmi izlemeyi sevmediğimi iki yıl önce net biçimde anladığımdan beri DVD sini beklemeye karar vermiştim.

Filmin Yönetmeni Ümit Ünal Teyzem filmi ile düştü sinemaseverlerin hayatına. Kendi teyzesinden esinlenerek yazılmış başarılı senaryo gerçek hayatıdaki kız kardeşini silerek önümüze sunsa da ayakları yere basan bir sürü detaydan beslenen güçlü bir senaryoydu. Ünal yazdığı senaryosunun Yeşilcam yöntemi delik deşik edilmesinden duyduğu hüznü "Hayallerim Aşkım ve Sen" adlı senaryosunda dile getirdi. Sonra çok üzel bir öykü kitabı Oğlak Yayınevi tarafından yayınladı ve seneler sonra yönetmen olarak "Dokuz" isimli çok güzel ve adeta efsaeneye dönmüş bir film kotardı. Bunlar Ümit Ünalın kariyerindeki ortalamnın üerine çıkmış artıları.

Gelelim Ses'e. Film gerilim filmi iddiasında ve bu tür filmler için oldukça esaslı olabilecek bir fikri barındırıyor içinde. Resmi sitesinde filmin konusu şu şekilde ifade ediliyor:
"Bir çağrı merkezinde çalışan ve yaşlı annesiyle beraber yaşayan genç bir kız olan Derya'nın hayatı bir gün gaipten bir ses duyması ile alt üst olur. Nereden geldiğini bilmediği bu ses genç kızın hayatını korku dolu bir kabusa çevirir. Derya ilk başlarda SES'i duymamaya çalışsa da SES giderek güçlenerek Derya'yı eline geçirmeye başlar. Genç kız sonunda yaşadığı cehennem azabından kurtulmak için SES'in ona yapmasını söylediği şeyleri yapmaya mecbur kalır. SES'in gitmek için tek bir şartı vardır, Derya'nın işyerindeki patronu Onur'u takip etmesi gerekmektedir."
İyi işlendiğinde türün takipçileri için oldukça cazip hal alabilecek bir film vaat ediyor bu sözler.

Film iyi bir ekip tarafından ele alınmış, hepsi işlerinde mutlaka çok iyiler bunu filmin her karesinde görüyoruz. İşte filmin noksanlığı bu noktada başlıyor. Daha jenerikte görüntü ve müzik diyor ki "İşini seven bir grup teknik insan bu film için bir araya gelmiş olmalı" Bunlar işlerini o kadar çok seviyorlar ki güzel olan ile abartılı olan arasındaki ince çizgiyi aştıklarını farkedip onlara durmaları gereken noktayı söyleyecek bir insana ihtiyaçları var. Ancak bu filmde frene basmalarını söyleyecek bir adam yok. Bu yüzden bu kişiler de bir yerlerde görüp beğendikleri numaraları aldıkları gibi bu filme doldurmuşlar. Jenerikteki görüntüler ve ona eşlik eden efektler ile müzik aşırı özentili. Jenerik sizi nasıl bir filmi beklediğinin işaretidir, sizi alır filmin ortasına atar ya da filmden sizi uzaklaştırıp her şeyi daha dikkatle izlemenize sebep olur.

Senaryo Uygar Şirin'e ait, filmin her on dakikasında bir defa keşke şu yazılı metnin üzerinden bir kez daha geçselermiş dedirten bir senaryo var ortada. Baş karakterlerden birisi ile ilgili ve filmin ilerleyen bölümlerinde önemli olacak bir detay filmin başında seyirciye sunulur genellikle. Bu filmin ilk beş dakikasında Derya'nın bıçak korkusunu iki kez dinliyoruz. Önce bir düğünde - ne düğün ama hiç bir türk düğününde çalması imkan dahilinde olmayacak bir garabet müzik abartmış beste sorumlusu arkadaş - yeni tanıştığı delikanlı ile dansederken bahsediyor bıçak korkusundan heme takip eden sahnede iş yerinden bir arkadaşından bir kez daha dinliyoruz esas kızın bıçaklardan ne denli korktuğunu. Gerilim filmi tabi bıçak olacak ve ondan korkulacak ki film yürüsün ama bunu iki de bir gözümüze sokmakta ne gibi bir fayda hedeflendi anlaşılmıyor. Kadının yıllar boyunca çatal bçakla yemek yiyemediği bir karpuz, elma, portakal soyamamışlığı da gizlediği ukdesi osa gerek.

Oyunculuklar genelde iyi baş karakter Sema Ergeç inanılır bir oyun sergiliyor, Annesi rolündeki Işık Yenersu ile minik bir rolde gözüken Serra Yılmaz her rollerinde oldukları gibi mükemmeller. Işık Yenersu "Yalnız kalırsın sonra" cümlesini tekrar ettiği anlarda saçmalama zirvesine çıkıyor sadece. Çünkü seyirciyiz ya anlamayız belki diye yönetmen oyuncusundan bu sözü sarfettirdiği her anda normal konuşmasını seyrinin tamamen dışında hiç de olağan omayan bir ses tonu ile tekara istemiş, besbelli. Hımm kızın annesi kızının yalnız kalmamasını istiyor, yönetmen unu bize her dakka bir tehdit olarak tekrar ettiriyor bu kızın geçmişinde yalnız kalmakla ilgili bir sorunu var anne de vırta zırta bu geçmişi anımsatıyor. Bir filmde altı kalın kalın çizgileri çektiniz mi bazı anlarda seyirci de ondan sonra filmi geri kalanında filmin sorumlularına " bunlar bi bıçakla bir yalnızlığı adam gibi anlatamıyor mu bu devirde" diye bakıyor.

Bıçak hadisesine rağmen filmin ilk yarısı normal biçimde akıyor. Ses duyunca hadi bakalım başlıyor diye meraklanıyorsunuz. Yalnız gaipten sesler duyan bir kadının doktora gitmektense radyo pogramı yapan bir adamın radyosuna gitmesi çıkışta yürüdükleri anteropların üzerine farklı renklerde ışıklar ve bir araba iskeleti dayanması gayet saçma olmuş. Ses konusu balona dönüşünce film gerilim ve korku türünden dur birazda dramda dolanalım diye dümeni kırmaya çalışıyor. Sonra iyi çocuk rollerinde görmeye alıştığımız ve bu rollerde de birbirinden farksız performanslar sergileyen dünya yakışıklısı Mehmet Günsür'den yine aynı rolü bu defa "kötü mü acaba bu adam" kuşkusu duyulması gereken bir rol izliyoruz. Karakterler farklı ama oyuncu her zamanki rolünü kesiyor. Meğer filmde Onur'un da bir sırrı varmış demeye kalmadan bu defa esas kızın hiç de şaşırtmayan sırrını öğreniyoruz krku filmi ya kan görmemiz de sağlanarak film bitiriliyor.

Senaryo cidden delik deşik. Bir niyet ile yola çıkılmş ancak akılda olan konu tam olarak işlenemeden başka yollara sapılmış bu filmde. Bu kadar kötü yazdığıma bakmayın kendine baktıran bazı sahneleri var.

Gerilim filmlerinde bir sır varsa inanılır olmalı, ya da o kadar zaman harcandğına değecek, şaşırtacak bir final olmalı. Çok iyi bulunmuş ancak iyi işlenmemiş, geliştirilememi bir fikir zaafları hayli bol olan bir senaryo ile aslında çekilmese daha iyi olurmuş. İyice işleneydi o ses, ne ses çıkartırdı kim bilir?