30 Eylül 2010 Perşembe

Çerçevesi Tozlanmış Ödül

Sevgili Beenmaya'dan bir ödül geldi. Bir zincir halinde blogdan bloga uzayıp giitmesi gerekn bir mim kılığına girmiş hoş bir oyun aslında. Onu okumaktan bazen keyif ve bazen de bolca hüzün duyarım. Onun tarafından okunmak ve izlenmek ise ayrı bir onur. Terazi burcu arkadaşıma çok teşekkür ediyorum öncelikle.

Elimde olmayan sebeplerle sanal alemden biraz uzunca süre uzak kaldım, imkanlarım oluştuğunda, ne ne okuyasım ne de yazasım vardı. Okumak neyse de yazma işinin önemli ölçüde alışkanlıktan beslendiğini tecrübe etmiş oldum araya giren bu zaman dilimi sayesinde. Kopukluk olunca eski ritmi yakalamak zamanın insafına kalıyor.

En çok takip ettiğimiz 10 adet blogu yazıyoruz. Ve onları da bu durumdan haberdar ediyoruz, onlar da on blogu belirtip zincire yeni halkalar ekleyerek ilerliyorlar. Ben merak ederek okuduğum ve sayfamın yan tarafında (mevsimine göre bazen sağında bazen solunda) yeni bir yazısının çıktığı haberini alınca heyecan duyarak sayfalarını ziyaret ettiğim on kişiyi aşağıda yazıyor ve onlara ödüllerini veriyorum. Ancak.... üzerinden 3 ay gibi bir süre geçtiğini hesaba katarak artık eskimiş olduğu için kendilerinin kapılarını çalıp da böylesine üzeri tozlanmış bir ödülle onları rahatsız etmiyorum.

İşte benim izlediğim on blog yazarı. (İsimler herhangi bir sıraya göre yazılmamıştır)

- Aydan atlamakla kalmayıp bizi de tekrar tekrar atlatan kedi, bazı yazılarını dönüp yeniden okuyorum Aydan Atlayan Kedi'nin.
- Fahimbey'in günlükleri ve sinema notları; Devrik Cümle Günlüğü ile Sinefrikik hiç kaçmaz. Okumadan aylar geçse döner en başa okurum, arayı kapatırım.
- Gökhan Bey "Kafam Çok Karışık" diyor belki ama bence hiç karışık değil,
- Kırmızıgünlüğün bazı yazdıklarını tekrar okuduğumda sanki ilk kez okumuşum gibi oluyorum çünkü yazıları bende her seferinde aşka çağrışımlar yaptırıyor zihnimde sanki başka başka kapılar açılıyor.
- Nightologist; 2006 yılından beri geceni bilimi ona ait. Kısa ve öz ancak etkileyici.
- 7. Oda ; izleyecek film, okuyacak kitap dinlecek müzik mi arıyorsunuz, doğru yerdesiniz. Tahlilleri cidden iyi. Buradan özenip bir şey izlediyseniz de okuduysanız da dinlediyseniz de geri dönüp tekrar okuyun bakalım.
- Haccecan,
- Gregor Samsa'nın Notları,
- Persona Non Grata,
- Film seyretme fabrikası, ismi gibi değiller epeydir ama tam kapasite çalışırken yazdıkları okumaya değer.

Sevinç, hüzün, keder mutluluk, düşünce ve anılarına beni de her "yazar" ve "okur" ilişkisinde olduğu gibi ortak etmiş olan bu arkadaşlarıma bugüne kadar olan paylaşımları için teşekkür ederim. Hepsi de yazma yolculuğunda katettikleri mesafelere ortak ettiler bizleri yüreklerini açtılar. Satırlarında ve satır aralarında yaşam yolculuklarına dair işaretler bıraktılar. Hepsine sonsuz sevgi ve saygılarımla.

İşte ödülünüz de aşağıda arkadaşlar.

Ada Kedisi

Uzun zamandır Büyük Ada'ya gitmemiştim. Elmalı böreği ile çocukluk anılarımda yer etmiş adanın bu özelliğini yıllar önce yitirdiğini biliyordum ama bu kadar da değişmiş olabileceğini hayal etmiyordum.

Öcelikle çok kalabalıklaşmış ada, bir sürü arap turist var oratlıkta dolanan. Artık arapların damak zevkine hizmet isteği ile midir yoksa nedendir bilmiyorum elmalı börek kokularının yerini lahmacun kokuları almış artık. Şu lahmacun her yerde olmak zorunda mı?

Eskiden adada eşeklerin çektiği arabalarla ulaşım sağlanırdı şimdi eşeklerin yerini atlar almış. Adadaki yüzlerce eşeğin akıbeti nedir diye merak ettim bir an. Acaba...? Atlar eşeklerle yer değiştirince adanın olmazsa olmazlarından eşek sidiği kokusu yerini at sidiği kokusuna terketmiş. Eskiden yorgun ve üzgün eşekler insanları taşırdı şimdi yorgun ve üzgün bakışlı atlar pestili çıkmış vaziyette bir aşağı, bir yukarı fayton yükü ile insan taşıyor.

Dikkatimi çeken bir şey de adadaki kedi nüfusundaki gözden kaçması mümkün olmayan yoğunluk. Kediler insanlara alışkın, çağırdınız mı hırıldaya mırıldana gelip yamacınıza ilişerk okşamanızı bekliyorlar. Biraz okşayınca gidiyorlar. Misafirler onları iyi besliyor anlaşılan. Yalnız resilerini çekmek çok zor, çömelip resim çekeceğiniz anladılar mı size doğru koşturmayı marifet sayıyorlar. Bir an durmuyrlar ondan sonra. Gizlice resim çekmek en akıllıcası.

Vapurların yan tarafında konulanmış balık restoranları sinek avlıyorlar. Fiyatlara şöyle bir göz gezdirdim de daha bir müddet sinek popülasyonuna geçit vermeleri mümkün görünmüyor.

Ancak ada yine hoş ve sakin en azından trafiğin mekanik gürültüsünden ırak, şehre ise çok yakın. Cazip bir kaçış mekanı. Bir yerlere gidip de bir saçmasapanlık yaşamamak ya da gözlemlememek benim olmazsa olmazlarımdan. Dönüş için tam iskelenin önüne geldiğimde altmış yaşlarında siyaha boyalı saçlı zayıf bir kadının bisiklete binmiş başı türbanlı bir arap genç kızını bisikletinin üstündeyken üstelik iki omuzundan tutup önce tartakladığını Ardından da şunları söylediğini duydum.

Kadın: No no no!! No passing!! You can not go ride your bicycle!!! Not here!!!
Arap kızında gık yok, gözleri kocaman kocaman ürküntü ile açılmış.
Kadın: Anladın mı? Do you ınderstand me yaaa? Geçmek yok oraya geçme geçme. No!! No!!

Kadının suratındaki ısrarcılığı görecektiniz kızın yerinde olsam ben de ürkerdi. O nasıl tutkuyla saldırmaktır karşındakine öyle.

Kadın nihayet "Anlamıyo ya bu!!" dedi ve kızı bıraktı . Kızda gidilmesi istenileyen yere doğru sürdü gitti.

Ben olayı izleyen tek işi olmadığımı görünce diğer izleyiciye seslendim. Kırklı yaşlarda bir kadındı. "Hanımefendi adanın trafik polisi mi neden salmak istemedi kızı oraya, biliyor musunuz?" diye sordum. Kadın asabileşti anında. Meğer bu bisikletliler hep restoranların olduğu bölmeye gidip orada aylak aylak gezinen insanlara çarpıp kol bacak namına önlerine ne geldiyse kırmıyorlar mıymış. Sacide Hanım da bu yüzden hep böyle gelip geçit vermiyormuş bisikletlilere. İyi de yapıyormuş. "Kızmayın bana" dedim "Ben bisiklete binmem burda katiyen". Sonra da gülüştük birbirimize bir güzel.

Evet ada da çoğalan bir diğer şey de bisiklet.

Adaya gelip de resim çekmeden gimek olmaz ben de aşağıdaki güzeller güzelinin resmini çektim. O da na göz mü kırptı ne?


İstanbul Kedileri : Ada Kedisi

29 Eylül 2010 Çarşamba

Kırmızı Gülün Adı

Seksenli yılar denilince akla gelen gruplardan birisi de Duran Duran'dır mutlaka. 1984 yılında dağıldıklarında hayranları karalar bağlamış olmalı. Hayatımın yönünü değiştirecek denli bir grup ya da şarkıcıya bağlanmışığım olmadığı için bu grubun dağılmasına tabii ki üzülmedim. Duran Duran dağıldı ama yokolmadı. Ertesi yıl o gruptan iki adet grup çıktı. Hayranları o zaman bilmiyordu ama Duran Duran dağılmayı başaramadı. Uzun yıllar ittire kaktıra bugünlere kadar müzikal yolculuklarını sürdürdüler. Aslında yolculuk da denmez ya, risk almadan iyi bildikleri sulara dalıp çıktılar.

Grubun iki elemanı bas gitarist John Taylor ve gitarist Andy Taylor, dağılmış olan Chic grubunun davulcusu Tony Thompson solist olarak Robert Palmer'ı alıp Power Station adında bir gruğ kurdu. Aşağı yukarı aynı esnada Simon LeBon, Nick Rhodes ve Roger taylor bir araya gelerek Arcadia isimli bir grup kurdular; vokalde Simon LeBon, tuşlu enstrümanlarda Nick Rhodes ve davulda Roger Taylor. Grubun ismi latince bir cümleden alıntılanmıştı, "Et in Arcadia Ego". Fransız ressam Nicolas Poussin'in bu ismi taşyan iki tablosundan seçilmişti grup ismini rivayete göre. Anlamı hayli yüklü latince bir cümleydi bu.

Sayıca mütevazi üç kişilik grubun albüm kayıtlarına katılan sanatçı kadrosu ise hayli zengindi. Geri vokallerde: Island Records'dan o sene en iyi şarkılarının drlemesi çıkmış olan Grace Jones ve henüz ilk albümünü çıkarmamış olan ancak Police sayesinde uluslararası ünü yakalamış Sting. Gitarlarda David Gilmour, tuşlu enstrümanlarda Herbie Hancock, saksofonda Andy Mackay, bas gitarda Mark Egan olmak üzere her biri kendi enstrüanında virtüöz sanatçılardan oluşturuan kadronun ortaya çıkardığı iş ise So Red The Rose oldu. 1985 yılı kasım ayında yayınlanan albümün şarkı listesi şöyle;

1 - Election Day
2 - Keep Me in the Dark
3 - Goodbye Is Forever
4 - The Flame
5 - Missing
6 - Rose Arcana
7 - The Promise
8 - El Diablo
9 - Lady Ice

Daha çok The Promise için intro olduğunu düşündüğüm Rose Arcana'yı da çıkartırsanız sekiz şarkıdan oluştuğunu söyleyebileceğim aşbümde boş olan hiç bir şarkı yok. Hepsi dinledikçe derinlik kazanan şarkılar. Albümden ilk çıkan ve tutulan parça election day, ancak bu şarkını diğer Duran Duran şarkılarından büyük farkı yok, ancak pop albümü olmasına rağmen albümün diğer şarkılarında hem güzemli ve kasvetli bir hava var. Alışılandan uzun çalma süreleri diğer pop şarkları ile arasına bir başka fark ilave ediyor. Müzik eleştirmenleri bu albüm için "Duran Duran'ın yapmadığı en iyi Duran Duran albümü" ifadesini kullanmışlardı.

Bu albümü ilk kez kaset olarak dinlemiştim. O zavallı kaset alkmenimde benimle gezmekten ne hallere düşmüştü en sonunda. O zamanlardaki kasetler ülkemizde kalan müzik firmasının tamamen insafına kalmıştı zaten. Daha önce satışa sunulmuş satmamış kasetlerin üzerine kaydedildiğine dair kuşkularımı kuvvetlendirecek delillerin izleri hala kulaklarımda. Yine de kaseditakıp müziği duyduğumda ilk şarkıya "bu Duran Duran ya.." dediğimi ancak devamının hiç de öyle olmadığını görerek mutlu olduğumu hatırlıyorum. İkinci yüzü dinler dinlemez geri sarıp ilk önce Lady Ice ve ardından Rose Arcana ve The Promise'ı tekrar tekrar dinlemiştim.


Her bir şarkısı ayrı güzel ve baştan sona dinlendiğinde bütünlüğü olan, ayrı ayrı da defalarca dinlenebilecek şarkılardan oluşan bu albümden sonra grup dağıldı. İnternetin nimetlerinden yararlanırken bu albümdeki şarkıların farklı versiyonlarını yıllar içinde sabırla toplamıştım. Bir dakikayı bulmayan Rose Arcana'nın bile uzun versiyonun bulduğumda hayli mutlu olmuştum. u sene 2 CD ve br DVD den oluşan bir kopyası yayınlandı.

Benim için 80'li yılların en güzel albümlerinden bir tanesidir So Red the Rose.Vay be yıllar nasıl geçiyor.

28 Eylül 2010 Salı

God Is God

Şubat ayında izleyicisi olduğum bloglardan Gaykedi'nin "haftanın şarkısı" başlıklı paylaşımlarından birisi sonrasında keşfettiğim Juno Reactor bugüne değin ne kaydettiyse ve yaptıysa aylardır saplantılı biçimde toparlamaktayım. Müzikçalarımda bir kaç şarkısı mutlaka bulunuyor.

Onları ilk keşfettiğim anı ölümsüzeştirmek için bana çok ilginç gelen ülkesinde çevrildiği dönem yasaklanmış 1969 yapımı Sayat Nova isimli filmden bazı görüntüler ile oluşturulan akıllara zarar videoyu sayfama koyayım dedim.


Juno Reactor - God Is God

Tasvir - i Kıyafet

Yıllardır kullanılmayan bir video kameram var. "Dur havalar güzelken şununla biraz ortalığı kolaçan edeyim, kış gelince bakarız "zihniyeti ile yollara döküldüm. Yola dökülmüşken ayaklarımın beni Topkapı Müzesine götürmesi hiç şaşırtıcı değildi. Bir kere yıllardır gitmemiştim. Orda çektiğim görüntüleri kışın da yazında izleyebilirdim. Gitsem, görsem, kaydetsem hiç de fena olmazdı. Ben de öyle yaptım; gittim, gördüm, kaydettim. Ama bir yere kadar. Meğer sarayın bazı bölümlerinde film ve fotoğraf çekimi yapmak yasakmış.

Bir kapkara odaya elimde kameramla görgüsüz görgüsüz, Japon gibi giriyorum çeke çeke ki, tipten kaybediyorum. Aslında itiraf edeyim Japona benzeyen hiç bir tarafım yok; ne boy, ne pos, ne çekik göz, alakam yok yani. Bildiğin tipik, yarma türk işte. Neyse efendim eşiği aşamadan "yassak kardeşim" beylerden biri beni durdurdu. Kayıt yasakmış. "Niye söylemiyosunuz ki ?" diye itiraz edecek oldum; kapıda gözden kaçmayacak kadar kocaman bir işaret varmış. Adam eliyle işaret edince gördüm. Kamera ve fotoğraf makinesi şekillerinin üzerine koskocaman kıpkırmızı çarpıyı kondurmuşlar. Mesaj oldukça net: Gayet beynelminel biçimde neyin yasak olduğu belli. Al sana japonlarla aramda bir fark daha. Japonlarda böyle yüzsüzlük, ardından pişkinliğe vurdumaya yelteme girişimleri olmuyor bildiğim kadarıyla, toplumca seppukuya ittiriverirler adamı.

Kös kös kapadım kameramı. Kapkara odada düşmek için el yordamı ilerliyoruz. Bu arada Topkapı Sarayı'nın içi hafta içi olmasına rağmen ana baba günü müthiş bir kalabalık. Envai milliyetten bir alay kadın ve adam. Sıkıldım şurdan geri döneyim diye kaçabileceğiniz bir yer yok. Bir yere girdiniz mi sürü zihniyeti ile öndekinin peşinden tıpış tıpış turlamadıkça çıkış kapısını zor buluyorsunuz. Girdiğim oda meğer osmanlı padişahlarının kıyafetlerinin sergilendiği bölüm değil miymiş. Modadan anlamam, neyin içinde rahat ediyorsam onu giyerim. Kadın kıyafetlerinde bir etek çok kısa ise onun mini etek olduğunu biliyorum, bir de topuğu normal olandan uzun olan pabuçların da topuklu pabuç olduğundan haberim var. Erkek kıyafetlerinde de ceket ile patolon aynı kumaştan ise takım elbise oluyor ve boyuna zoraken takılan, takıcısına sıkıntı verici bağlantı malzemesinin kravat olduğunu bellemiş vaziyetteyim. Buna rağmen bunca yılım kolay geçti. Demekki modadan anlamadan da hayatta kalınabiliyormuş. Neyse bu sultan kılıklarını camekanların ardında kadifeden mamül siyah zeminlere serip, camekanın içinden aydınlatmışlar. Özellikle kadınlar merakla inceliyorlar, teyzeler gözlük falan takıp yakından işlemelerin gizemini anlamaya çalışıyorlar. O elbiselerin yerinde iskelet, kuru kafa falan olsa o ışıklandırmada burdakilerden bir tanesi bile kalmazdı diye düşünüyorum. O kadar ürküntü verici bir kasvet dolu oda yani.

Bu padişah kılıkları cidden çok aşağılayıcı. Padişahlarımızın sırım gibi boyları ile meşhur olmadıklarını biliriz, upuzun kostümler, upuzun kullar. Kütük gibi bir bel ve sırt yapısı. Bunların içine girseler çocuğa entari giydirmişsin gibi durur. Karizma diye bir şey kalmaz. Kollar bir yandan dökülür, yürürken o eteklere kösteklenip yere kapaklanırlar. Yine de izlemesi komik olabilirmiş gibi geldi bana. Ama bir anlığına yalnızca. Bu tecrübeyi ikileyip üçlediğinizde baymaması imkansız.

Bu uzun etekleri giyip kasım kasım kasılmak için hayli büyük medeni cesaret lazım bence. Medeni cesaret deyince de Soner Sarıkabadayı'nın betten de beter sesi ile Murat Boz'un birbirlerini düetledikleri "seni saramadım ya, seni şapamadım ya" diye nağmeler yakan "İki Medeni İnsan" şarkısı geliyor aklıma. Ancak o da ayrı bir medeniyet. Bu entarimsilerin resmini çekebilseydim buraya koyardım gülerdik hep beraber ama çektirtmediler. Ben yine de tasvir edeyim elimden geldiğince;

Post İt Karalamaları - Padişah Elbisesi 1 - D.M.

Post İt Karalamaları - Padişah Elbisesi 2 - D.M.


Gördüğünüz gibi upuzun yanlara açılan etekler ve de, ya kısa kollar ya da anormal derecede uzun eteklerin boyunu bulan saçma sapan kolların üzerine inşa edilmiş bir entari sistemi var. Bunların üzerine kaftantrak bir şeyler giyiyorlar. Sergilenenlerin altındaki tarihlere bakıyorsunuz bu iş yüzyıllarca böyle gitmiş. Sonra pantolon icad olmuş ya da "pantolon giysek mi komik mi oluyoz lan" diye düşünülmüş de olabilir. Tabi pantolonun icadı hangi tarihe dayanır onu ayrıyeten irdelemek lazım.

Eve gelince internette baktım yukardaki resimlere benziyen bir tane osmanlı elbisesi göremedim. İlginç firmalar var isteyenlere falanca padişah kostümü diye tuhaf tuhaf elbiseler hazırlıyorlar sipariş üzerine. Garip ama hiç biri saraydaki asılları denli değil. Öte yandan padişah kılığı alıp da evinde giymek ya da böyle bir tutku beslemek de manyaklık değil de nedir? Belki benim manyaklık ufkum dar, henüz geniş düşünemiyorum bu konularda.

Sarayda dolanırken kutsal emanetlerin olduğu bir yere girdim orası resmen eziyet, ne kadar arapça konuşan tip varsa olancası içeride. Sıcak havada hayli geniş bir koku kapasitesini ortama gazlama yarışında her biri. "Ulan kutsal emanete bakıyosunuz abdest almasan taharet almıyo r musun muayyen zamanlarında" diye içimden verdim veriştirdim ve bir an önce kendimi dışarı atmak maksadı ile giriş kapısına geri dönmek istedim ama mümkün değildi. Ters yönce bir adım atacak oldum karşıma dikilen bir alman teyze "Nein" çekti bana işaret parmağını suratıma sallaya sallaya. İpiri göğüsleri vardı. Öyle böyle değildi üç heceli olarak "ip"., "i", "ri"ydi. Bakışlarım abartılı biçimde o dizginlenemeyen iriliklere odaklandı. Başımı göğüslerinin yarığına kıstırıp haykıra haykıra ağlamak istedim o an. Dedim ya manyaklık ufkum dar yapmadım yine de. Japonlara rezil ettirtmem kendimi. Son gördüğüm dar ve sarı bir tişörtün zaptetmekte zorlandığı o iri göğüsler oldu. Başkaca hiç bir şeye bakmadan kendimi dışarıya atabilmem on dakikamı aldı. Böyle kalabalık yerleri sevmiyorum. Omuz omuza, dipdibe kutsal emanet bakıp öğlen yenilen bol sarmısaklı cacıkları geğirmek hiç de hoş değil. TisKiniyorum işte zorla değil ya. Sonra ne emanet bakabiliyoruz ne temiz hava soluklanabiliyoruz. Ne başımı iri göğüslü almanların göğsüne yaslayıp iç çekebliyorum. Hayat mı bu? Emanet neyse de, hava elzem ciddi biçimde lazım oluyor.

26 Eylül 2010 Pazar

Eserlikli Tiraje Hanım

Kadın yetmişli yaşlarda şimdi. Yaşıtı her kadın gibi eklemlerindeki acılar yürüyüşüne, hareketlerine, başını sağa sola eğişine yansıyor, bir de yaşıtları gibi yüzündeki çizgiler aşağıya doğru indi iyice. Onlarca yıl önceki asil duruşundan, kendinden emin yürüyüşün eser kalmadı. Akıl dediğimiz görünmeyen avcı en önce ihanet etmişti ona, sonra sevdikleri bir bir gitmiş yalnız başına kalmıştı Tiraje Hanım.

Yetmişli yılların ortasında eserlikliye çıktı adı evvela, sonra aylar boyu gözükmedi. Geri geldiğinde omuzları inmiş gözlerine o delice bakış yerleşmişti. Söylentiye göre akıl hastanesine kaldırılmıştı. Çok zeki bir kadındı gitmeden önce, detaylar gözünden kaçmazdı. Şıp diye hakikatin kokusunu alır, kokuyu aldı mı da bir daha yakasını bırakmazdı. Geri döndüğünde bir tuhaf umursamazlığın haline tavrına yerleştiğini görmüştük. Hakikat namına her ne vardıysa onun peşini bırakmıştı artık.

Normal dediğimiz, koruyalım diye dişimizi tırnağımızı geçirdiğimizin dışına çıkanlar, farklı olanlar, normal olmayanlar, çoğunluk gibi olmayanlar, aynı düşleri, birbirinin benzeri gelecek planlarını paylaşmayanlar kolayca dışlanırlar. Kadın dışlandı, dışlanmak onun umurunda almadı. Yaşlanıyordu zaten gitgite ve herkes gibi, kocası öleli çok olmuştu. Doktor oğlu ve işadamı oğlu vardı. İşadamı oğlu da anasının geçtiği yoldan geçti vakti zamanı geldiğinde. Sonra geldi ana evine yerleşti yeniden. Yerleştikten sonra kimse yüzünü görmedi bir daha. Balkona bile çıkmadı adam. Tam anlamıyla eve kapandı.

Kadın dışarıya çıktığında üzerinde yetmişli yılların mini etekleri, cafcaflı frapan pardesüleri ile çıkıyor. Üstündeki renkler adının anlamını çağrıştırıyor bilenlere. Eskimiş gardrobu ile geçmiş yılların hüzünlü bir rüzgarını estiriyor apartmandan süpermarkete, bankaya, elektrik ya da telefon idaresi gibi yerlere ola kısa yolculuğunda. Pek normal insanların alaycı gülüşleri eşlik ediyor arkasından. Onun haline dair alaysı yüz ifadesi takınmak "bakın ben ne kadar normalim anormal insanları dışlıyorum herkes kadar" demek gibi. Normallerin gizli dili bu. Zayıf ile alay et, direkt de alay etme acımasız gözükmeden ufaktan göster sopayı dercesine iki yüzlü bir dil bu.

Gözünden detay kaçmayan kadın yer mi bu alaysı baskıyı. Deliyim ben diye bayrağı çekti sonunda. Her yerde ağzına geleni söylemeye başladı. Yılların komşularını yolda görmesin arkalarında sesleniyor;
"Yürü orospu daha hızlı yürü anca yetişirsin"
"Baban gibi eşek olma evladım"
Bazen hiç bir şey olmamış gibi "normal" insanlar gibi konuşuyor hiç falsosuz ama ütünde hep o floresan tonlarda renkler, miniler, midiler, geniş paçalı pantolonlar, yakaları upuzun gömlekler.

Karşı konulmaz biçimde iki kadınla burun buruna geldiği anda ben de onlarla burun buruna geliyorum. Dört insan aynı noktadan geçemeyeceğine göre ben yanlarından küfür yemeden geçeyim diye duvara sürtünerek kaytarıyorum. Geçerken kulak kabartıyorum.

Kadınlardan kısa boylu ve şişman olanı konuşuyor.

Kadın: Nasılsınız Tiraje Hanım?
Tiraje Hanım: İyiyim canım sizler nasılsınız? Eşiniz Beyefendi nasıllar?
Kadın: Eşim iki yıl önce öldü Tiraje Hanım.
Tiraje Hanım: Geçen gün eşinizi gördüm o da sizden bahsederken "Karım benim için ölmüştür artık" diyordu.

Tiraje Hanım kısacık konuşmayı bırakıp çekip giderken avaz avaz şu şarkıyı söylüyordu;
"Kalp sevmekle tükenmez ki,
benim için öldün artık,
bir zalimle yaşanmaz ki
benim için öldün artık"

Geride kalan kadınlar ise alaysı yada iki yüzlü olmayanlardandı suskun biçimde yollarına devam ettiler.



Hangi Sebeple

Erkekler genelde düğünlere gitmeyi sevmezler. Onları düğüne götürebilmek için bir kadının ikna edici güç görevini üstlenmesi gerekir.


25 Eylül 2010 Cumartesi

Sokak Kuşu

Sokakta yürüyordum daha önce de geçtiğim bir ara sokaktaydım.

Bu sokağın sonuna doğru, caddeye çıkmadan üç dükkan önce bir camcı dükkanı var. Dükkanın sahibi olduğunu düşündüğüm orta yaşı bey yaz aylarında hep dışarıda oturuyordu ne zaman oradan geçsem adamın etrafı sokak kedileri ile dolu olurdu. Kedilerden bir tanesi diğerlerine göre daha iri, bakılı alacalı tutunculu grili beyazlı ve parlak kürklüydü. Pazar günleri geçtiğimde "Esas Kedi" adını taktığım ama bir kez olsun kendisine bu adla seslenmediğim uzun tüylü alacalı kedi haftanın son günü tamamiyle kendisine terkedilmiş üç yanı camlarla çevrili dükkanın içindeki koltuklara sere serpe uzanır mekanın keyfini çıkartıyor olurdu. Adam kedi düşkünü galiba, dükkanda beslediği yün yumağını adıran sevimli yaratığa da sokak kedilerini beslemeyi ve onlara şefkat göstermeyi kendisine görev edinmiş.

Bugün oradan geçerken cumartesi günü olmasına rağmen kapısı kapalıydı. Esas Kedi içerde ve tedirgindi. Kapıya gözlerini dikmiş geri adım atmaya hazır öylec duruyordu. Kapalı duran giriş kaısının önünde ise içeriyi gözetleyen iri mi iri bir martı vardı. Kedi korkmuştu belli, martı ise bir gurme edas ile süzüyordu içerde hala güvenli olup olmadığnı sorgulamaya başlamış olan küçük hayvanı.

Orada martının sokağın ortasnda yürüyor olmasına hayret ettim. Sokak Kuşu adını verdim kendisine. Sokak kuşusözleri aklım agelir gelmez bir çok ismin başına sokak kelimesini getirdiğimizde önüne geçtiği kelimenin daha farklı bir anlama bürünmesii sağladığını farkettim. Sokak kuşu, sokak süpürgesi, sokak kedisi, sokak köpeği, sokak kadını, sokak çocuğu.

Sokak kelimesi eklenince sanki anlamı tamamen değişmiyor da değeri biraz düşüyordu kelimenin. Sokaklar. Sokağa çıktığımızda hayatı daha farklı algılıyoruz aslında, sokaklar olan biteni olanca saflığı, soyunmuşluğu sadeliği ile gördüğümüz yerler.

Evden ilk çıktığımda sokakta yürüken çöp kutusunu eşeyen çocuklar gördüm, renkleri kopkoyu, yüzleri, elleri, giysileri kirli, çöp kutusundan işe yarar gördükleri nesneleri alıp kendilerinden daha kirli görünümlü çuvallara atıyorlardı. İstabul'da bir sokakta sanki bir hint filminden çıkmış sevimli çocuklar geziyor ve çöpleri karıştırıyorlardı.

Sokakta çocuklar karın tokluğuna çöp eşeliyor ve martılar kedileri tehdit ediyordu. Daha bir kaç gün önce sokaklardan gelmişlerdi. Avrupa Kültür Başkenti şehrimizde sanat galerilerine girmiş içerideki insanları bir güzel dövmüşlerdi. Bu öfke nereden geliyordu nasıl besleniyordu? Saldırganlardan yedi tanesini içeri aldıkları gibi saldılar. Onlar özgür ve sokaklarımızda.

Evinizin güvenli olduğunuzu sandığınız kapılarından içeriye girdiğinizde medeniyetin farklı düzeyinde yaşadıkları aşikar olan toplumların nimetlerinden kolayca faydalanmak mümkün, en son şarkıyı, filmi, dizi filmi o ülkelerdeki ile neredeyse aynı anda izlemek olağan işlerden. Kapımızı kapatınca içerideki dünya dışarıdakinden farklı. İçkimizi, sigaramızı içebiliyor, istediğimizi yapabiliyoruz, ramazan günü rahatsız edici bakışlar olmaan çay içmek bile mümkün.

Sokağa çıktığınızda ise bu nimetler ile dolu dünyadan ayrılıp başka bir ülkeye giriyorsunuz. Daha bir kaç gün önce saç kesimi farklı olduğu ve küpe taktığı için ondokuz yaşındaki bir genç öldürüldü. Tepemize dayattırılandan farklı olduğumuz anda, saçımız uzun diye, küpe taktık diye, örtünmedik, sakal bırakmadık, oruç tutmadık, içki içtik diye, tişötümüzün sloganı birisini gocundurdu diye, sevgilimizin parkta eline dokunduk diye eziyet görmek mümkün sokaklarda.

Ben son yıllarda oruç tutmadığım için eksiklik hisetmeye başladım son yıllarda. Suçlusu bana bakanların gözlerindeki izler. Bana öyle bakmaya ne hakları var?

Evdeki güvenli alanımız ne zaman daralacak Allah bilir. Attığımız oya varıncaya kadar fişlenecek hale geldik. Adımızın soyadımızın arkasında yığınla bizim aklımıza gelmedik laf salatası dolu. Yalanlarla dolu şahsi resmi tarihimiz ense kökümüzde bekliyor. martının kapı önünde kediyi beklediği gibi.




Vücut dili ne kadar fazla şey anlatıyor değil mi?

23 Eylül 2010 Perşembe

Kedi İsimleri

Şerafettin, Daisy, Katmer, Natali, Abdülkadir, Zeytin, Dandik, Kedibey, Kedigül, Neriman, Kehribar, Siyami, Nez, Derviş, Dırdır, Prenses, Miniş, Masmis, Mestan, Blackie, Whitey, Bocuk, Kartopu, Keyif, Nonika, Kıpır, Kıtır, Ojeli, Kibar, Kimyon, Narin, Arşimet, Ökkeş, Kontör, Korsan, Pamuk, Şarlo, Azize, Patik, Dalgın, Theodora, İrma, Madonna, Manita, Boza, Pofuduk, Toraman, Teoman, Tırmık, Mıncık, Mırılhan, Hayta, Mırnık, Mırol, Sarman, Zagor, Zahide, Kaplan, Tonton, Karam, Mülayim, Zorro, Sırım, Zühtü, Çörek, ve Katip.

Bunlar kedi isimleri. Her birini gördüm. Bazıları benim kedilerimdi, kimisi akraba kedisi, kimisi komşu ya da arkadaş kedisi. Geçen Cumartesi annemi ilk kez dışarıya çıkardık. Bir kafeteryada minik bir kedi bize merhaba dedi. İsmi yoktu, sokak kedisiydi. Sokak kedilerinin ismi yoktu. Bize güvendi, sehpamızın iç bölümüne atladı, tavlanın arkasına bir güzel yerleşti. Resmini çekerken boş gözlerle baktı objektifin arkasında bir yerlere doğru. Hemen ardından derin bir uykuya daldı, uykusunda gerindi. Rüya gördüğünde önce bıyıkları sonra patileri titredi.



Sokak Kedileri: İstanbul Kedisi D.M.

21 Eylül 2010 Salı

Aptallara Güzel Gelen TV Dizisindeki Tecavüz

Dizi film ünlüsü Beren Saat yeni dizi filminde rol icabı tecavüze uğradı ya, takip eden günlerde herkes kendi payına düşen kadarı ile bir biçimde hayret etti. bu toplu eyleme. Öncelikle kimisinin derdi kimin daha güzel tecavüze uğradığını kıyaslamak oldu. Öyle ya sinemanın en önde gelen duayen Hülya'sı da daha önce aynı rolde tecavüze uğramışmış meğerse. Kimilerinin gözleri bu sonbahar tecavüzünde Tecavüzcü Coşkun ya da daha karizmatik olsun diye Nuri Alço'nun mevcudiyetini aradı. Göremeyince darıldı, kırıldı. Kimisi tecavüzü beğendi, kimisi daha çok beğendi. Kimisi olmamış dedi; "böyle mi tecavüz edilir, peh"Malum sahnenin rating rekorları kırmasıyla sonuçlanan bir geceydi. Pime Time denilen reklam açısında en verimli satte böyle bacak ayırmayla sonuçlanan bir sahnenin veriliyor olmasından gocuntu duydu kimileri. Gazetelere manşet oldu ahlaksızlığa böyle prim verdirtilmesi.

Çok uzun süre önce değildi gelinlikle çıktığı dünya gezisini sona erdirmesi normal görünümlü sıradan komşularımıza benzeyen bir türk babasının. Ölümle sonuçlanan o tecavüz bile bu kadar kıyamet koparmamıştı.

Bu yılın ilk aylarında doğudaki bir ilimizde 150 kadar halim selim erkeğin orta okul öğrencisi bir kız çocuğuna aylar boyunca tecavüz sırasına yazılıp yazılıp orgazma eriştiği ortaya çıkmıştı. 150 kadar kişi bir çelimsiz kıza tcavüz etmiş, tüm halk haberi yokmuş gibi susmaya karar vermişti. Bakanlar makanlar da alınmıştı gazetelerin bunu haber etmesine.

Hmmm, sonuç şu demekki: Gizli kapaklı kalın. Tecavüze suskun kalabiliriz tv de gözüüze tecavüz sokulursa endişe duyarız, halbuki biz hiç mi hiç endişe duymak istemeyiz.

Bu ikiyüzlülüğü de kubura düştü halkımızın, artık bir tuvalet kağıdı ile silmek en iyisi. Sil at, üstüne bir sifon çek, rahatla.

Tuvalet kağıdı dedim de tuvalet kağıdı rulosunun yanlış biçimde asılmasını göremeye de benim tahammülüm yok. Herkes tualet kağıdını doğru asmalı bence. Kimsenin benim göz zevkimi bozmaya hakkı yok.

Doğrusu şöyle, yanlışı da böyle:

11 Eylül 2010 Cumartesi

İmam Protesto Etse...

Kafayı sıyırmış bir hristiyan terörist eylem düzenlese ve yandaşlarını uçağa bindirip müslüman bir ülkedeki iki gökdelenin üzerine salsa,

O uçaklar gökdelene çarpıp alevler içinde ve içindekilerle birlikte yerin dibine geçse,

Olayın üzerine hristyan ülkelerdeki halk sevinçten sokaklara dökülüp zılgıtlar çekse,

Seneler sonra yerle bir olmuş iki gökdelenin olduğu yerin dibine bir klise açılmasını kendi inançlarıne yediremeyen bir bir din görevlisi ya da imam bu gelişmeden sorumlu tuttuğu ülkesinin yöneticilerini protesto etmek maksadı ile ortaya çıkıp "Yırtarım bu incili" ya da "Üzerine bidonla benzin döker yakarım bu incili" dese

ve bu incil yakılınca hristiyan alemi ayağa kalkıp olayı protesto etse

naif bir insan olduğum için çok şaşırırım.


10 Eylül 2010 Cuma

Hangi Tebdirler Eşitlik İlkesine Aykırı Sayılamaz Biliyor musunuz?

Hukukçu değilim ama işim gereği hukuğun bir türü ile hayli içli dışlı oldum. Elime geçen metinlerdeki her bir kelimeyi tartarak ardındaki anlamları görmeye çalışarak okumayı pratik hale getirmeyi başardım nihayetinde. Yarından sonraki anayasa değişikliği ile ilgili referanduma hayır denmesini arzu eden partiler yargının bağımsızlığının tehlikede olduğunu söyleye dursunlar, ben eşitlikler ile ilgili maddeye takıldım kaldım. Okumak üzere maddeleri önüme her açtığımda eşitliklerile ilgili 10. maddeye takılıp kalıyorum.

Maddenin şu andaki haliaşağıdaki gibi;

“X. Kanun önünde eşitlik

MADDE 10.– Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.

Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.

Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.

Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.”

Gelelim şimdi oylayacağımız yeni haline;

“X. Kanun önünde eşitlik

MADDE 10.– Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.

Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Bu maksatla alınacak tedbirler, eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz.

Çocuklar, yaşlılar ve özürlüler ile harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz

Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.

Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.

Gözlerim “Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.” İfadesinden hemen sonra gelen “Bu maksatla alınacak tedbirler, eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz” cümlesini okur okumaz frene basmamı emrediyor.

Şunu anlıyorum okuduklarımdan;

Eğer bu anayasa değişikliği onaylanırsa kadınlar ve erkekler daha önceki gibi eşit haklara sahip olmaya devam edecekler ve devlet bu eşitliği yaşama geçmesini sağlamakla yükümlü olmaya devam edecek. Ancak bazen bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlarken öyle tedbirler alabilecek ki, siz istediğiniz kadar “bu yapılan kadın erkek eşitliğine aykırı” demeye devam edin yapılan eşitsizlik ayılamayacak.

Hangi görüşe sahip olursa olsun böyle muğlak bir maddeye evet oyu verecek türk kadınına ancak hayret edebilirim. Kendi geleceğini nasıl bir belirsizliğe attığını düşünmeden bu maddeye evet denilir mi Allah aşkına? Hiç kimse bu madde üzerine tartışmadı, bu eşitlik ile ilgili yapılacak düzenleme neymiş diye kimse sormadı? Bir insanoğlu da merakını dile getirip "Kadın erkek eşitliği ile ilgili yapılacak düzenleme kadınları ikinci sınıf vatandaş haline düşürürse haklarını nasıl arayacaklar?" sorusunu sormadı yüksek sesle.

Büyük bir ihtimalle evet çıkacak sandıklardan ve boşuna direniyor hayırcılar. İleride kadın erkek eşitliğini sağlamak için yapılacak ve itiraza Anayasa ile kapalı tutulmuş ne tür düzenlemeler yapılacağını sanıyorsunuz?

Post İt Karalamaları - Bu Nasıl Dalga? - D.M.

Aşırılıklar

Geçen hafta İzmir'e geldiğimde, Yunan kökenli Amerikalı bir arkadaşım bir ingiliz internet sitesi için izmirlilere bir kaç soru soracaktı. Biri kameraman iki teknik görevli ile takıldık arkadaşın peşnine. Kıbrıs Şehitleri'nin Sevinç kenarından kamerayı ve mikrofonu "Aşırılıklar konusunda sizinle ingilizce ropörtaj yapmak istiyoruz, katılmak ister misiniz?" sorusuna olumlu yanıt verenlere kendileri için aşırılığın ne olduğuna dair bir kaç soru sordu arkadaşım. Hedefimiz 45 - 50 arası kişi ile görüşebilmekti. 25 kişi ile görüşebildik o gün.

Mikrofon tuttuğumuz kişilerden 24 tanesi sanki aralarında ağız birliği etmişçesine "Bungee Jumping" ve "Çin yemeği yemenin" kendileri için aşırılık olduğu konusunda birleştiler.

Sınır diye etrfımıza çizdiğimiz çember bu kadar mı dar? Hayal gücümüz bizi bungee jumping ile çin yemeği denemeye kadar mı cesaret çıtasını yükseltebiliyor? Ne kadar güvenli bir dünyada yaşıyor bu insanlar? Merdivenlerden aşağıya inince karanlıkla karşılaşınca bodruma girmekten korkan yetişkinler gibi miyiz hepimiz? Şaşırdım nedense duyduğum güneş yüzü görmemiş, yüzü kızarmamış, masum aşırılıklardan.

Post İt Karalamaları - Merdivenlere Aşağıdan Yansıyan Işık - D.M.

8 Eylül 2010 Çarşamba

Jet Gibi, Jet !!!

Aylarımı İstanbul'da geçirince elimin altında olması gerekenleri naylon torba harekatı ile usul usul bu yöne aktardım. En güzeli de müzik arşivimi el altında tutabilmek oldu. Şimdi gelsin orta şarkın bülbülleri, gitsin Ümmü Gülsümler, kulağım müzik zevkimi açık etmek pahasına da olsa rengarenk oldu.

İnternete girmekte zorlanınca o sıkıntımı da TTNET'in en son çağdaş ürünü ile aşayım dedim İzmir'e olan sonuncu kısa yolculuğumda. Ürünümüz Jet. İstediğiniz yerden kablosuz erişimi 3G, WiFi üzerinden size sunuyor, fiyat da şahane gözüküyor.

İlk olaraka Karşıyaka'daki TTnet üssüne tıpış tıpış gidildi, mevcut ADSL hesabım üzerimden bağlanabileceğim bilgisi alındı. Oradakiler suratsız değil. Çaresizliklerini görüp onalara acıyarak yardım edesiniz geliyor. Çırpım çırpım çırpındılar bana yardımcı olmak için. Çünkü böyle bir ürünün varlığından haberleri vardı. Duymuşlardı bir yerlerde, kesin falanca Hanım o işi iyi biliyordu. O Hanım bulundu. Kadın beni görünce çok üzüldü. Neden üzüldüğünü anlamam için bana önce tanıtım yapması, sonra bir sürü forma imzamı alıp beni Jet nitelikli kampanyadan yararlanma raddesine getirmesi gerekiyordu. Getirdi de sağolsun. Hemen ardından evdeki ADSL bağlantımı en düşük tarifeye çektik, mobil olarak bağlanabileceğim ya evde bir bağlantı olması şartmış, ama evdi bağlantıyı daha uzunca bir süre kulanmayacğım da göz önüne alınarak ayda 3 TL'lık olanı bana pek ala uyarmış. O da mantıklı geldi. Kabül. Görevli kadın, tanıtımı yaparken gözü kapalı, bülbül gibi, hafızaya attığı kampanya bilgilerini sular eller gibi aktardı bana gülen yüzü ile. Dikkat ettim imzamı alırken de gülümsüyordu. Bu ne güler yüzlülük yolunda gitmeyen bir şey olmalı kuşkusu içim dürtmeye başladı. TTnet'deki anılarımın hiç birisinde güleryüz yer almıyordu. İmzalar bitince kadın ile göz göze geldik. Yüzü asıldı, alenen üzüldü yine.

"Bir şey mi oldu?" dedim"Yok da, beyefendi şimdi işleminizi yaptık ama elimizde cihaz yok" dedi.
"Elinizde cihaz yoksa ben bu kampanyadan nasıl yararlanabilirim ki?" diye sordum. Hakikaten de cihaz olmasa o kadar imzayı hem de eski işimden kalma bir alışkanla seri biçimde atmama rağmen ben bu kampanyadan yararlanabilemezmişim gibi geldi bana. Saflık işte.
"Olsun" dedi kadın, "Şimdi civarda TTnet bayileri var, bu imzaladığınız sözleşmeleri alıp onlara gidin, onlarda size 3g desteği vermesini isteyin" dedi ve demesiyle birlikte üzerinden büyük bir ağırlık kalkmışçasına gülümsedi.
Kendisine "Allaha emanet olun" diyerek yanından ayrıldım, zira bu lafı hastane günlerimde sağdan soldan çok duymuş punduna getirip bir gün ben de kullansam der olmuştum. Yeri geldiği için kulandım hemen. Hemen ardından, karşı binadaki ve daha sonra o binanın yanındaki ve hatta civardaki bilimum tupturuncu TTnet bayilerini tek tek ve tek başıma dolanarak sabrımı sınadım.

TTnet bayileri genel olarak ya bu kampanyayı duymamışlardı ya da kimilerinin yanlarında çalışan kişiler ilanlarını gazetelerde görmüş ya da komşu bilgisayarcının çırağının böye bir şeyden bahsettiğini duymuşlardı. TTnet bayilerini geze geze giderken en azından Jet denilen uygulamanın bana zihnimin bir oyunu olmadığını, benden başka insanların da böyle bir uygulamanın varlığını duydukları ya da duymuş olan insanları tanıyan insanların mevcudiyetini öğrenmiş olmak kuşkularımı tamamen olmasa da bir nebze dindirdi. Hem de elimde kapı gibi sözleşmelerin her bir nüsası vardı, değil mi ya?

Böyle iki dura bir ilerliye gezerken; hatta Karşıyaka'ydı, Bayraklı'ydı derken kendimi Alsancak'ta buldum. İlk TTnet bayii hiç meğer duymamış böyle bir şeyi, ben kendiliğimden uyduruyorum sandı, alakadar olmadı benimle. Çok içerlesem de vakit kaybetmemek için bir diğerine geçtim. Ve ne oldu? Mucize. Ellerinde bir cihaz varmış. Ama onlar da elimdeki imzalı evrakı kullanmak istemediler mi? Tipik türk insanı iş bilirliği. Münakaşa edecek takatim kalmamıştı. Yenilerine yeniden imza aldılar. O imzaları da seri biçimde attım. Beklediğim cihaz elimdeydi. 24 saat içinde bağlanabileceğimi söylediler. Dışarıya çıktığımda elimde güzeller güzeli Jet gibi modemim ile kapının önünde ahmak gibi gülümsüyordum. Saat iki de başlattığı Jet abonesi olma maratonum saat 6'ya gelirken üstelik elimde gıcır gıcır ambalajından çıkmamış ürün ile başarılı biçimde sonuçlanmıştı.

Ertesi gün aynı saate Jet modemimi PCye takar takmaz bağlanması da iyi oldu. Şimdi dizüstü bilgisayarım ile rahat rahat internete bağlanabiliyorum. Aşağıdaki resmi çekerken kısa bir müddet yerinden çıkardım o an bağlantım kesildi tahmin ettiğim biçimde.

Prosedürlerle sınanmaya hazır çelik gibi sinirleriniz varsa ve her yerden internete gireyim , girdim mi de bir daha da çıkmayayım gibi bir emeliniz varsa mutlaka bu jet gibi uygulamayı denemenizi, önceden niyetiniz varsa da bu emelinizi daha fazla ertelememenizi öneririm.
Malumunuz yine bir bayram, yine bir anayasa oylaması bizi bekliyor. Bayramınızı kutlar büyüklerin ellerinden küçüklerin gözlerinden öperim. Oylamanın da... efendim o konuyu açmayalım hayırcılar son olarak bahçelievlerde dayak yiyerek bir hışıma uğradılar. Ben fikrimi sandıkta belli edeyim neme lazım. Evet şahane bir bayram diliyorum sandıktaki oylarınız inşalah çalınmasın diliyorum. Sevgi ve saygılarımla.

Jet'imin Resmidir.


7 Eylül 2010 Salı

Aman da Amanda'nın Halleri

Herkes ile abartılı biçimde iyi geçinen balım güllüm olan insanlarla aramdan soru işaretlerini asla eksik etmem. Çünkü bunların canım cicim halleri kendileri ile ilgili bir çok şeyi gizleme telaşının janjanlı, fırfırlı, fistolu örtüsünden başka bir şey değildir. Bu tipleri tam olarak örtülerinden sıyrılmış olarak gerçek yüzleri ile görebilmek için, bir de işler yolunda gitmediği vakit bayramlık ağızları açıkken izlemek yerinde olur. O zaman terazinin iki kefesini de dolu olarak görebilirseniz. Geçmişinizde bu insanlardan bir kazık yemediyseniz o dehşetengiz gözlem anında mutlaka o ilk kazığı yiyorsunuzdur. Zira bu "a benim arzu kızım", "mertliğin kitabını hem gözü kapalı okudum hem de kıçımın tostoparlak kenarı ile yazdım" görüntü ve iddiasındaki dişi ya da erkek kişiler bayramlık ağızlarının açıldığını etrafın görmesini pek istemezler. Sizden alabileceği bir şey kalmadıysa eser, gürler ya da bir gece boyusitte-i sevirde kalmış kör eşek misali ter ter tepinirek gürültü çıkartırlar.

Bu konudaki ihtisasımı güzide türk insanları ile yaptıktan sonra o soru işaretlerinden çiti bunların etrafına döşemeye karar verip ördüğüm engelin kendimden tarafına onları pek sokmadığım için de ilgilerini üzerimden eksik etmezler sağlıcakla kalsınlar. Türklerin sevgi pötürcükleri ile başka milletten olan sevgi pötürcükleri araında pek fark yokmuş bunu da geçen yıl bu vakiterde tam olarak anlamış bulunmaktayım.

Şimdi portresini çızıktırmaya çalışacağım sevgi pötürcüğümüz Amerika Birleşik Devletleri vatandaşı 25 yaşında bir dilber. Geçen yıl mayıs ayı gibi tanıştık. O zamanlar 35'lik kocası ile birlikte İstanbulda oturuyorlardı. İzmir'e taşınma kararı almışlardı. Bir kaç kez İzmir'i tanıtım turu yaptım endilerine. Tanıdılar, kocası iş buldu, ev tutuldu ve Ağustos 2009'da olanca güzidelikleri ile ilimize taşındılar. Taşınmaları ile Kentimizin kedi nüfusu da bir hayli adet artmış bulundu, çünkü Amerika'dan buraya kadar sürükleyip işkence ettmeyi uygun gördükleri kedi ler kendilerine sayıca az gelmiş olmalı ki İstanbul'da yakalayıp eve tıktıkları kediler ile birlikte hane halkı sayısını da minik bir çiftlik nüfusuna yükseltmeyi başarı ile başarmış bulundular. Kedi dediğiniz hayvanlar yaşadıklara yere çok bağlıdırlar onları bir kilometre öteye götürmeyi denerseniz nasıl perişan olduklarını görebilirsiniz. Amerika'dan, kalkıp, Avrupa'dan aşıp Asya'daki bir kente gelişlerinde çıkardıkları miyavlamadan sonra günlerce ses telleri ve sinirleri kendilerine gelememiştir bunların eminim.

Gerçek isimlerini gerçekten arıza çıkmaması için saklayarak kızımızın adını Amanda, eşinin adının ise İngiliz Edebiyatı'na duyduğu heves sebebi ile Alistair olarak eğretilemeyi uygun bulduğumu belirteyim. Bunlarla görüşüyoruz, arkadaş çevresi edindiriyoruz kendilerine Amanda'cık herkese sevgi böceği gibi yanaşıyor. Üçüncü rastlaşmamızda asıl niyetinin kendileri gezerken kedilerine bakıcılık etme fikrini kendi kendine kurbanlık koyun gibi bunların önüne boynu eğik biçimde sunacak bir zavallı kedi kölesi aramakta olduğunu anladım. "Amanda yalvarsam siz gezerken, orada burada fink atarken kedilerinize bakmama, beslememe yoruldukları vakit karınlarını kaşımama izin verir misiniz?" sözlerini söyleyecek gönüllü enayi adayı olarak da listenin en tepesinde olduğumu bir kez daha düşününce anlayıp iyice irkildim.

Neyse efendim, bunlar bir Cuma akşamı oturup laflarken beni ve iki arkadaşlarını ertesi akşam, Cumartesi akşamı evlerine yemeğe davet ettiler. Laf lafı açtığı sıradadaha önceki tespitimden ve irkilmelerimden hareketle benim başkalarının kedilerine bakma sorumluluğunu almaya niyetimin olmadığını açıkça aıklama fırsatını yakaladım. Amanda ekşitti hafif, kocası masanın altında elini sıktı.

Ertesi akşam davet ettiği diğer iki kişi olan yakın arkadaşlarım, amerikalı erkek ve türk eşi ile akşamüstü buluştuk. Bunlara ne alalım diye düşündük. 06 Pastanesi ilk ev ziyaretlerinde iyi kurtarıcıdır benim için. Ora yakın parkederek, ben krokanlı pasta arkadaşlarım dondurma aldılar. Oradan ver elini Amanda ve Alistair'in kedileri ile yaşadıkları evleri.

Aşağıdaki zili çaldık, diyafondan sahte cıvıltılı bir Amanda içtenliği süzüldü kulaklarımıza. Bizim de aynı sahte cıvıltımız aynı yoldan Amanda ve Alistair ve onların kedilerinin kulaklarına süzülünce beklediğimiz kapı açılma sesini duyduk hemencecik. Asansöre bindik, katlarında indik. Kapı açıldı, yemek kokuları burnumuza geldi. Alistair bizi içeriye aldı. Amanda içerideydi. Yüzünü boydan boya kaplayan bir gülücük vardı. Yirmibeş yaşın tazeliği ile ışıl ışıl bakıyordu ki, elimizdeki kutuları gördü. "Ne bunlar?" diye sordu. Amanda'nın ışıl ışıl gözleri dövecek gibi bakıyordu. Pasta ve dondurma lafını duyunca arkasını dönüp mutfağa girdi. Alistair'in yüzüne aptalca bir ifade geldi yerleşti. N'oldu ki? diye sordu amerikalı arkadaşım. Alistair "Amanda şeftalili tatlı yapmıştı pastayı görünce üzüldü" gibi bir şeyler geveledi. Kadın pastayı dondurmayı mutfakta bir kenara bıraktı Ağustos sıcağında.

Yemeğimizi yedik kedilerin rahat verdiği ölçüde. Kediler de meraklı ve sıcak kanlı bizi üzerimize çıkarak incelediler yemek süresince. Arada salonda çıkmalarını sağlamak için hole oyuncak attık. Oyuncağın peşinden olanca kedi kaygan zeminli hole koşunca izlemesi çok komik oluyor. Bunlar çılgınca koşrken oyuncak düşünce durmak istiyorlar, arkaları bize dönükken aniden fren yapınca tırnaklar tutunacak yer arıyor ama tutunamıyor. Merkez kaç kuvvati ile bir anda kafaları bizden yana dönüyor ama bunlar aksi istikamette uzaklaşmaya devam ediyor. Bu hali görüpte "Bu evde yerleri silmek kolay olur" deyince Amanda sinirlendi nedense. Genelde olarak güzel bir sohbet ettik masada. Alistair'in aklının pastada olduğunu anamak kolaydı. Pazar sabahı kahvaltıda pasta yemenin ne güzel bir şey olduğundan dem vuruyordu çünkü. Yemeğin sonunda şeftalili tatlımız geldi, yanmıştı biraz. Yaptığı yemekleri için eline sağlık dedik Amanda'ya ve sofradan kalktık,. Oturmuş sohbet ederken, Alistair "Hadi pasta ve dondurma yiyelim" dedi. Karısı "Sen servis yap ben yorgunum" dedi.

Pastlara geldi, sıcaktan yumuşamış olmakla beraber o pastanenin krokanlı pastası güzeldir. Dondurmaların ise mutfakta maruz kaldıkları ilgisizlikten ötürü yenilebilecek tarafları kalmamıştı, içmeyi ise benim gönlüm almadı.

Sohbetimiz bitince kalktık ayak üstü sohbetinde bile adamcağız hala sabah o pastayı yiyeceği için ağzının suyunun aktığını anlatıyordu. Kapıdan tam çıkıyoruz kadın bir saniye deyip mutfağa girdi, elinde tuttuğu pasta kutusu ile geri geldi. Ve kutuyu bana verdi. Hepimiz sustuk kaldık. Ben "Amerikalıların çok ilginç adetleri var ama en ilginci de bu" dedim ve aldım kutuyu. Asansörde türk arkadaşım pastayı atmaya kararlı olduğumu görünce "Deli misin eşek eşeklik eti diye canım pasta atılır mı yenilir o yazık" dedi.

Arabada giderken arkadaşım bunun büyük kabalık olduğunu söyledi. Amerikalı arkadaşım da kendi ülkelerinde yapılsa da bunun kabalık olduğunu söyledi. Kısa arabayolculuğumuz boyunca o tatlı yapmışken tatlı götürmemize mi, yoksa Alistair'in pasayı kahvaltıda yeme hevesine mi daha çok sinirlendiği arasında kararsız kaldık. İlk seçenek doğruysa benim kedilerine bakma kapısını örtmemin cezasını vermişti, ikinci seçenek doğruya Alistair'in çekeceği daha çok ceza vardı. Sonuç olarak Amanda'nın bir eşek olduğuna karar verdik.

Daha sonra bununla yine bazı komik ve saçma anılarımız oldu, hala da olmaya devam ediyor. En komik yanı ise bu kişinin iki yıl ülkemizde yaşadı diye kendisini ülkemiz ile ilgili her konuda uzman sanmaya başlaması hatta bununla da yetinmeyip kendi blogunda "uzmanına sor" başlığı altında ülkemize gelmek isteyen yabancılara kendi deneyimlerinden hareket ederek akıl vermesi. Bir çok olayı yanlış algılamış ya da yorumlamış Amanda'mız verdiği akıllar ile başkalarının da kendine benzer anılardan edinmesine olanak tanıyor.

Amanda'nın halleri anlatmakla bitmez.



Post İt Karalamaları - Pastam Düştü Yerlere - D.M.