22 Şubat 2010 Pazartesi

Adalet

Kaç gündür adalet kelimesini anlamlandırmaya çalışıyorum. Düşünmekle adalet kelimesini karşılayacak eşanlamlıları bulmak da zor, kavram olarak adalet kelimesinin içini doldurmak da.

Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde “adalet” kelimesinin karşısında şunlar yazılı;
Hak ve hukuka uygunluk, hakkı gözetme, doğruluk, türe.
Bu işi uygulayan, yerine getiren devlet kuruluşları.
Herkese kendine uygun düşeni, kendi hakkı olanı verme.

TDK’nun sözlüğünde yazdıklarına bakınca günlük hayatta da mevcut “Ah keşke olsa, karşısına geçip baksak doya doya” diyesi geliyor insanın. Doğruluk, hak, hakka uygunluk, herkese kendi hakkının verilmesi özlenilen, beklenilen değil de nedir? Herkesin özleyip beklediği böyle bir adaleti dünya üzerinde bulmak zor, bazı atasözleri ve vecizeler ne diyor adalet ve adil olmak üzerine:

- Zayıf daima adalet ve eşitlik ister, halbuki bunlar kuvvetlinin umurunda değildir. – Aristoteles.
- İyi olmak kolaydır, zor olan adil olmak. – V. Hugo.
- Geç kalan adalet adaletsizliktir. - W. Savage Landor.
- Adaletin kuvvetli, kuvvetlilerin de adaletli olmaları gerekir. – Pascal.
- Adaleti çiğneyen devlet adamlarını cezalandırmayan milletler çökmek zorundadırlar. – Hadis-i Şerif.
- Bir saat adaletle hükmetmek, bir sene ibadet etmekten daha hayırlıdır. – Hadis-i Şerif.
- Devletin hazinesi adalettir. – Konfüçyus.
- Adalet dünyadan kalktığı takdirde, insan hayatını değerli kılacak bir tek şey kalmaz. _ E. Kant
- Adaletsiz rejimi, adalet ile yıkınız. – Gandhi
Bu sözlere ne demeli, sadece Kant'ın ismine takılıyorum o da İngilizce çağrışımı kavgada bile söylenmez ya ondan işte.

Adaleti gözleri bağlanmış, sol elinde bir terazi, sağ elinde bir kılıç olan kadın figürü ile temsil ediyorlar. Gözlerinin bağlanması tarafsızlığına, terazi adaletin dengeli dağıtılmasını, kılıç kuvveti temsil ediyor sanırım.

Biz de adaletin dağıtılması biraz uzun zamana yayılıyor sanıyor sanırım.Uzun yıllar boyu süren, bitmek bilmeyen davalara bakınca insan bu şekilde düşünüyor.

Vatandaş adalet zengine de fakire de eşit biçimde dağıtılsın istiyor.

Suçsuz olduğunuzu ispat etme görevi size düşüyor ve uzun süre bunu ispat etmeye uğraşıyorsanız bu işte bir yanlışlık seziyorsunuz.

Kendi halinde bir vatandaş olarak oturmuş sıradan bir günü yaşarken bir kimse, bir nedenle o gün sizin için bir plan yapabilir. Tarihi not eder bir kenara ve altı ay dolmadan savcılığa gidip o gün sizin yapmadığınız bir iş ile sizin hakkınızda suç duyurusunda bulunabilir. Olaya şahit olarak o anda orada olmayan kimseleri gösterebilir. Savcı bu iddialar üzerine sizin ve olaya şahit olduğu iddia edilen kimselerin ve suç duyurusunda bulunan kişinin karakolda ifadelerini aldırabilir ve o ifadeleri okuyup dava açıp açmamaya karar verebilir. Dava açıldıysa şayet sizi mahkemeye çağırabilirler. Olmadığını bildiğiniz ama tam da hatırlamdığınız bir güne dair bir yıldan uzun bir süre sonra hakim karşısına çıkıp masumiyetini ispat etmek zorunda kalabilirsiniz.

Diyelim şanslıydınız, biraz hatırladınız, birkaç hafızası kuvvetli şahit buldunuz, hatta diyelim çok şanslıydınız ve elinizde şikayette bulunulan anda ne yaptığınıza dair net bir video kaydı vardı. Elinizdeki görüntülü delil ve şahitleri inceledikten ve ilk duruşmadan sonra aylar, belki de yıl geçtikten sonra suçsuz olduğunuzu ispatladınız. Aleyhinize şahitlik etmiş olan kişiler ve sizi suçlayan kişilerin yalan ifade verdikleri ve size iftira ettikleri mahkeme kararı ile tespit oldu.

Bunun üzerine gidip orada olmadığı halde varmış gibi yalan ifade verenler ve sizin aleyhinize suç duyurusunda bulunmuş kimse için manevi tazminat davası açtınız diyelim. Üzerine yine aylar, celseler geçti ve sizi suçlayan da dahil olmak üzere, yalancı tanıklar için açtığınız davayı kazandınız ve iftiracılar için para cezası kesinleşti.

Uzun upuzun uğraşlar sonunda suçsuzluğunuzu ispatlayıp, yalancıların cezalandırılmasını olay bile olmayan günden yıllar sonra sağladınız.

Yani cebe mangırları koydunuz.

Yaşanan onca şey adaletin tecellisi gibi gelir mi size?

Yaklaşık iki yıl önce çok basit bir değişiklik için tek celselik bir mahkemem oldu. Beklerken, şahitlerimle birlikte gözlemlediklerimiz çok ilginç olaylardı.

Aile mahkemesi ile aynı kattaydık, bir boşanma davası görülüyordu yan mahkeme salonunda. Boşanma davasıymış, ismi okunan genç bir kadın başı önde, kapının sağında ve solunda oturanlarla her hangi bir temastan kaçınarak koşar adım kapıya yöneldi. Oturanlardan elli yaşlarında bir kadın ayağa kalkıp, genç kadının kolunu tutarak hırsla fısıldadı “ne yılanmışsın pis orospu”. Tam koridorun ortasında ve gireceği mahkeme kapısının önünde olduğum için netlikle duydum fısıltıyı, genç kadının yüzü birden döküldü. Koşarak içeriye girdi ve kapı arkasından kapandı.

Adalet nedir, ben tanımlayamıyorum. Zor geliyor. Üçüncü sayfalara yansıya binlerce acının nasıl dindirildiğine yanıt kendim bulamıyorum. Hayatın ise insanlara adil davranmadığını belli bir yaşa gelmiş, çok el üstünde tutulan bir milyoner yavrusu olarak büyümemiş bir çok insan gibi ben de biliyorum.

Çoğu insanın dünyada aramaktan vazgeçtiği kavramdır diyebiliyorum adalet için.

İşte o kadar.

19 Şubat 2010 Cuma

Bu Kabuslar Neden Cemil?

Fazla rüya gören bir insan değilim, nadir gördüğüm rüyalarım ise film gibidir kolay unutmam, sabahları yatıktan başımı kaldırmaktansa o anda izlediğim nadir seyirliğin sonunu ne olacak merakına yenik düşerim. Rüyam nadirdir ama, tok karnına ne zaman yatsam, ful mide üzerine mutlaka bir kabus görürüm. Gerçeğe çok yakın bu halüsinasyonlar sebebi ile tok karnına uykuya teslim olmamaya özen gösteren bir tipim işte.


Cüneyt Arkın’ın baş karakterini canladırdığı 1975 yapımı Cemil isimli filminde, kabuslarla boğuşan adama eski karısı sorar:

“Bu kabuslar neden Cemil?”

Adam cevap verir: “Her şey beni huzursuz ediyor, bozuk düzen... Nereye elimi atsam bir kötülük, bir çirkinlik çıkıyor. Hepsini düzeltmek istiyorum, düzeltemiyorum. Neden küçük kızlar orospudur, neden onları öldürürler, neden hapishaneler var; çözemiyorum bir türlü.. Anlıyorsun değil mi?"

Bu sözlerin üzerine ne denir ki, yutkunmasını içine atar kadın.

Umur Tümay Aslan bu meşhur sözü kitabına başlık olarak seçmiş, alt başlığı ise “Yeşilçam’da erkeklik ve mazlumluk”, Yeşilçam’daki erkek karakterler üzerine bir inceleme. Okumaya değer bir kitap.


17 Şubat 2010 Çarşamba

Serdar Ortaç'ı Kıskananlar

Serdar Ortaç 90’ların türk pop musiki harekatı esnasında hayatımıza girdi ve o gün bu gündür hayatımızdan çıkmadı. Yazdığı şarkılar çok satıyor. Sahnesi çok iyi. İzleyicisi eğlenmelere doymuyor. Meslek lisesi torna tesfiye bölümünden mezun olduğunu söylemeyi seviyor. Yabancı sevgilileri ile plajlarda, bar çıkışlarında boy boy resimlerini görmesek nezle mi oldu acaba diye ürküyoruz. Meğer olmamış hemen seviniyoruz. Nezle görmemiş sesini duymadığımız bir radyo kanalı namevcut olduğundan onunla sürdürüyoruz hayatımızı.



Bu denli ve bu kadar zamandır onu ve onun yazdığı şarkıları söyleyenleri dinler olduğumuzdan geçen gün meraklandım ya bu adam neler yazmış diye bir merakla internette dolanıp rastladığım ilk birkaç şarkısının sözlerini incelemeye karar verdim. Kararımı uyguladım, sabrı olanlar buyursunlar, işte sonuçları;


Acıları bitiremedim
Gururuma yediremedim
Sana bu son sözüm son kararım
Yine de seni ben de bitiremedim



Neymiş neymiş? Anlatmaya çalıştığı kadarı ile Bir acıları bir de “sen” diye samimi biçimde hitab ettiği kimseyi bitirememiş. Bitiremediği iki şey var yani. Acıları bitirememiş, gururuna yedirememiş, son kararını son sözleri ile söylemesine rağmen “sen”i o bile (dahi) bitirememiş. Gel de için paralanmasın, melodi oynak ama sözler iç burkucu. Dinle dinle sonra için burkuk gez bayırı. Dinlerken bel, kalça, ve gerdan üçlüsünün her bir tanesini farklı yönlerde titretmek şartı ile içinizin burkulmamasını başarabilirseniz ne ala. Belki ayak bileğiniz burkulur. Bilemem, dikkat etseydiniz.




Adam gibi yürekli ol, çık karşıma bak yüzüme,
Yalandı de, unuttum de, aldattım de, bağır yüzüme.
Senin kokun, senin dokun, senin tadın yetmedi de,
Sokaktaki köpek kadar, gururlu ol, bağır yüzüme




Bu mısralar kavgada söylenmez, söylenmemeli de. Karşısındakini resmen kışkırtmaya çalışıyor, gel çık karşıma paçan sıkıyorsa der gibi hali var ilk mısrada ancak ikinci mısrada işler sarpa sarıyor. “Beni sevdiğinin yalan olduğunu söyle” diyor sanki, buraya kadar tamam. Sonra “unuttum de” olmamış. İlla “unuttum de” denecekse “aldattım de” bölümünden sonra söylenmeli ki anlam kazansın. Yoksa “ seni sevmiyordum, ve seni sevmediğimi unuttuğum için oldu bunlar, hadi baaayyyy” der gibi kaçıyor ama aldatma eyleminden sonra denirse, “Serdar’cım kusura bakma seni aldatmışım ben bile hatırlamıyorum nerde ne zaman kimle aldattım, aldatanların yalancısıyım” gibi oluyor ki affedilebilir bir şeydir bir kimsenin bir diğerini aldattığını unutması. Ama burada bitmiyor tabi, sanatçı karşısındakinin bütün bu fırtınalı hissiyatın yüzüne bağırılmasını istiyor, ki burada “acaba duymuyor mu da böyle istiyor” diye düşündüm bir an. Bence kulaklarını yıkatsın bir de öyle denesin dinlemeyi, o duymuyor diye karşısına sustalı diktiği aldatıcılar bağırsın iyi valla.



Takip eden mısrayı ben hatırı sayılır bir jeofizisyen olmama, bilimsel teori ve terimlere alışık olmama rağmen yenir yutulur oradan idrak yollarına yollanır bir lokma olarak bulamadığımı itiraf etmeliyim. Şimdi ne demek Allahınızı severseniz, Senin kokun, dokun, tadın yetmedi? Anlamaya çalışıyorum, bir noktaya geliyor takılıyorum. Senin kokun yetmedi, daha koklasam koklamalara doymam der gibi hoş bir koklaşmaşinaslık özlemi seziliyor. O da tamam. Senin dokun yetmedi ne demek ya? Ne işin var elalemin dokusu ile. N’apıcaksın alemin dokusunu. Ben onu bunu bilmem arkadaş burada bir oral seks kokusu sezdim. Kötü niyetli deyin isterseniz ama burada imadan da öte bir şeyler var. Geçelim fazla üstünde durmadan, gelelim tadın yetmedi ye, tamam yalamaya da doymamış, damakta tad kalma hadisesi bariz bu bölümde. Sonra da diyor ki gurusuz şey gel yüzüme bağır sokaktaki köpek bile senden gururlu.



Uzun lafın kısası sanırım, burada top yekün bir aldatılmış aşık ağlaması söz konusu. Şimdi aşık aldatılmış, gel çık karşıma, yüzüme bağır, önce aldattığını sonra da unuttuğunu söyle, ben senle girdiğimiz her türlü pozisyonu, içli dışlı halleri özledim ona göre, köpek kadar gururun olsa çıkar bağırdın karşımda, çabuk gel gururlu ol diyorum sana demek istiyor. Ben tam çözemedim bu yüzgöz olmuş ilişkinin feleğin çemberinden kaç taklada geçtiğini.



Ağlama, ağlama
İçinde kalsın.
Ayrılık insanlar için,
Ve sen de insansın...



Bu mısralara da ne demeli, bu nasıl nasihattir, bu nasıl emirdir, bu nasıl bir saptamadır. İnsansın ayrılacaksın, ağlaman gerekirse içine atıceksin dercesine bir haller, bir diklenmeler.



Bu gece pause ama zaman çabuk akıcak
Bu tarzın okey senin için dizi kopacak
Aman tanrım kimisi sarışın, kumral
Aman tanrım öteki benimle yola çıkan



“Yabancı dilden kelime koyalım, dil biliyor desinler” şarkısı bu. Bu gece pause ama zaman çabuk akıcek, OK. “Tarzın okey” derkenki İngilizcedeki “okay”i diyebilmeye eli varmamış sanırım, dizi kopsun diyor. Diziyle ilişki demek, belki de düzinelerce. Vay be, neredeyse inanılır gibi. Sarışınla, kumrallar arasında hop hop hoplarken bu sarışın ve kumrallarda olmayan vasıflara sahip bir tanesi gönlüne düşmüş. Anlaşıldı, bir şifreli konuşma var burada. E o zaman fazla kurcalamayalım o sarışın kumral afetlerde olmayan vasıftakinin nasıl bir fazlalığa sahip olduğunu.



Kelimeler çok yada beni anlatamıyor
Bu benim aşkım sensiz hiç çekilmiyor
Je t'aime illede je t'aime
Emret uğruna dağları aşıp gelem
Je t'aime mecburen je t'aime
Emret önünde diz çöküp aşka gelem



Bu da “hep mi İngilizce konuşacağız alın size çatır çatır sular seller, ardından gelsin deryalar gibi Fransızcalar şarkısı”. Bu şarkıya şapka çıkartıyorum ama ses uyumu uğruna anlam bütünlüğünün feda ediliyor olması sebebi ile hit olamamış bir parça sanırım. Pek kulağımda yer etmemiş. Bütün şarkılarda hep bir anlam ve hep bir anlam daha varken, anlam örgüsü fazladan zayıflayınca demek hit olamıyormuş onu da öğrendik. Bu arada “kelimeler ya çok ya da beni anlatamıyor” arasındaki neden sonuç ilişkisine, mantık bütünlüğüne ayrı bir şapka çıkartıyorum.



Serdar Ortaç bize daha uzun yıllar boyunca anlamlı şarkılar yapsın, hayatımıza anlam katsın, biz gerdan titretelim yıllar su gibi aksın

.

Şimdi şu güzel yurdumuzda neden doğru düzgün bir şarkı yapılmaz, neden U2, Blur, Rolling Stones, Cranberies, Everthing But The Girl gibi gruplar çıkmaz, Mina, Eros Ramazotti, Patricia Kaas, George Michael, Seal, Adam Lambert gibi şarkıcı ve müzisyenler çıkmaz diye düşünelim. Bunların her biri her bir albümünde yeni bir sound inşa etmeye çalışıyorlar, asla bir önceki albümdekne benzemeyelim diye uzun uzadıya inzivaya çekiliyor, stüdyoya kapanıyorlar. Neden uyduruk, zıttırık şarkıları insan önüne çıkarmaktan şeytan görmüş kadar ürküyorlar? 10, 20, 30 sene önce yaptıkları albümdekine benzeyen vokal sesini çıkarmaktan aciz değiller? Nedenini söyleyeyim onlar gerçek sanatçı. Şöhretleri ve kazançları arttıkça, plak şirketlerine daha fazla söz geçirebiliyorlar. Bu söz geçirme de saçma sapan kapris yapma değil, adam gibi kendilerini geliştirme ile ilgili.



Öyle şarkılar var ki ülkemizde, kim söylerse söylesin bu bir Sezen Aksu, Yıldız Tilbe, Serdar Ortaç, Kayahan şarkısı diye şıp diye tanınabiliyor. Bu kadar formüller üzerine kurulu bir müzik sektörü olunca, dinlediğimiz sesler de tekerrürden ibaret elbette. Heyecan verecek, doğru düzgün adam da, eser de gerçek sanatçı da az sayıda. Olanlar da asla teşvik görmüyor.



Neyse efendim, bu bahsettiğim gerçek sanatçılar ve ismini sayamadığım yüzlercesi daha ülkemizde asla o kadar fazla satamıyorlar. Bu fazla satamayanların hepsi fazla satabilen Serdar Ortaç’ı kıskanıyorlar. Serdar Ortaç’ı kıskananlar bölümüm sol sütunda, podcastler halinde yayın hayatında, linklere tıklayarak karşınıza çıkan sayfada “play” tuşuna basarak dinleyebilirsiniz. Hayırlara vesile olsun. Sevgiler, saygılar,

16 Şubat 2010 Salı

Pandorum - Pandorsun - Pandor

Geçtiğimiz yıl sinemacılarımızın es geçtiği filmlerden bir tanesi de “Pandorum”. Şu sinemacılar dediğim neyi izleyip, neyi izlemeyeceğimize karar verip bize kadar getirenler ve pek saygıdeğer sinema eleştirmenleri. Türkiyede para kazanan film şirketleri için anlaşmalar sonrası seyirciye sunup kar ettikleri seyirlikler bizim sevip bağrımıza bastığımız filmler. Sinema ile kar odaklı olmak dışında başka ilişkileri varsa bilemem. Film eleştirmenleri de meslek olarak seçtikleri bu alanda mutlaka para kazanan kimseler. Hal böyle olunca biraz da filmlerden anlamalarını istiyor benim gibi sıradan seyirciler. Gelelim Pandorum’a, artıları ve eksileri olan bir film ama yıllar içerisinde etrafına çok sayıda sadık izleyici toplayarak kilt film olacağı kesin. O zaman dile gelir bizim sinema bülbülleri ama benim onları bekleyesim yok.

Pandorum’u herhangi bir türe dahil etmek gerekirse bilim kurgu/korku filmi yakıştırması yapılabilir. Bizim sinemacıların bir başka es geçtiği “Antibodies” isimli rahatsız edici filmin Alman yönetmeni Christian Alvert tarafından yönetilmiş.

Kapkaranlık uzay gemisinin ufak bir bölmesinde bir adam, daracık bir tüpün içinde ayakta durur vaziyette yatırıldığı derin uykudan acı çekerek uyanır. O kendine geldikçe biz rahatsızlık hissetmeye başlarız. Adam uzamış sakallarını kesip, üniformasını giyerken mürettebattan mekanik ve teknik mühendisi olduğunu ve adını öğreniriz: Bower (Ben Foster). Yolunda gitmeyen bir şeyler var belli. Uzay gemisini apaydınlık olması gerektiğini biliyoruz. Bu gemi olanca devasalığına rağmen kapkaranlık ve sessiz. Arada korkunç sarsıntılar olur, gemi ve yolcusu tepeden tırnağa titrer. Sarsıntılara onlar kadar korkunç gürültüler eşlik eder, yankılanarak kesilir gürültüler.

Derken diğer tüp açılır, içinde acılar içinde bir başka adam dışarıya düşer. O hazırlanırken adını öğreniriz: Payton (Dennis Quaid). O da gemi personelinden, pilot, elleri titriyor. Adları dışında bir şey hatırlamıyorlar. Bir görevleri olduğunu biliyorlar ama gürültüler ve geminin halinden geminin işler vaziyette olmadığı, nerede olduklarına dair onlara bilgi vermediği anlaşılıyor.

Bu iki mürettebatın hatırladığı flashbacklerden ve filmin açılış yazılarından Elysium adı verilen bu yıldız gemisinin bir tür Nuh’un gemisi olarak dizayn edildiğini ve MS 2174 yılında yola koyulduğunu öğreniyoruz. 100 yıldan uzun bir süre seyahat etmesi planlanan geminin rotası Tanis isimli gezegene çevrili. Nüfusu 24 milyarı geçmiş, savaşlar ve kirlenmeden ötürü ömrünün sonuna gelmiş dünyamızdan yaşanabilir olduğu tespit edilmiş Tanis’e giden gemide 60.000 insan ve o anda dünyada yaşamını sürdürebilen canlıların hücre örnekleri var. İnsanlar ölmekte olan gezegenimizden geriye kalanları tek umutlarına yetiştirme peşinde. Yüzyılı aşkın yolculuk süresince önlerine çıkan engelleri aşabilmeleri için uçuş ekipleri oluşturulmuş. Sıra ile uyanıp bir yıl uyanık kaldıktan sonra diğer ekibi uyandırıp görevi teslim ederek tekrar uykuya yatmaları gerekiyor. Bower ve Payton 5. ekipteler anca onlara görevi teslim edecek kimsenin olmadığını hatırladıkça fark ediyorlar.

Bower geminin içinde karanlıklara gömülerek kendisini bekleyen sonun ne olduğunu bilmediği bir yolculuğa çıkıyor. Hedefi reaktörü reset edip yeniden başlatmak. Böylelikle gemiyi olması gerektiği biçimde işleyen hale getireceklerini düşünüyorlar.

Yazının bundan sonrası filmi izlemeyi düşünenler tarafından kesinlikle okunmamalı.

Bower reaktöre ilerlerken karşısına geminin tehlike altındaki yolcu ve görevlilerinden bazılarını görüyor, bir kaçı ile yoluna birlikte devam ediyor. Karşılarındaki en büyük tehlike ise yolculuk esnasında geçen zamanla birlikte evrime uğramış insanlar. Çok güç kazanmışlar ve normal insanlardan kat kat hızlılar. Yaşayabilmek için görev süresi gelince tüplerinden çıkan insanlarla besleniyorlar.

Bower yoluna giderken Payton ise farklı deneyimler yaşıyor. Pandorum; uzun süreli uykuya yatırılmış insanlarda görülen bir psikolojik rahatsızlık. Hastalarda önce el titremesi ardından burun kanamsı gözlemleniyor. Bu kişiler şiddetli paranoya içindeler, herkesi kendilerine karşı bir tehdit olarak algılıyorlar ve gerçeğe çok yakın halüsinasyon yaşıyorlar. Kelimenin anlamını öğrendiğimiz andan itibaren o ana kadar izlediklerimizi sorgulamaya başlıyoruz. Ve yolculuğun umulanın yaklaşık yedi katı sürdüğü bilgisini ediniyoruz.

Bundan sonra olanlar da tempoyu düşürmeyecek biçimde heyecanlı, finalde yaşanan sürpriz ise her şeye değer nitelikte.

Filmin artıları;

Çok sağlam bir senaryosu var, izlerken bir sonraki sahnede ne olacağını bilmiyorsunuz. Zaten filmin afişi de “bir sonra olacaktan korkun” cümlesini içeriyor. Finale geldiğinizde büyük mantık hataları yapılmadığını görüyorsunuz. İzlerken gerilimin giderek tırmandığına şahit oluyorsunuz. Benim bir filmde aradığım en önemli özellik, filmi izledikten sonra üzerine süre düşünebiliyor olunması, ki bu filmi izleyip de üzerine düşünmemek olanaksız. Üstelik yetmişli yılların bilim kurgu romanlarını anımsatan bir atmosferi yakalamışlar.

Filmin eksileri;

Oyuncu seçimi bence yanlış; Ben Foster iyi bir oyuncu ama daha tanınır biri olmalıydı, Dennis Quaid ise çok tanınır bir oyuncu uzun süre filme sesi ile eşlik etmesinden o karakterin çok büyük ve finale yakışır bir arıza çılaracağını filmdeki duraklama noktalarında düşünmeden edemiyorsunuz. Payton’ı daha az tanınan bir kimse oynamalıydı. Tabi bunların hepsi bütçe ile alakalı. Çok daha küçük bir stüdyo filmi yapacakken film ile ilgilenen başka bir şirketin çıkması da projeyi oluşturanların şansı bence. Geminin bilim subayı kadınn sadece çekirge ile beslenip yaratıklarla dövüşüp burnu kanamadan kurtulacak kadar çevik ve fit olabilmesi ufak bir mantık hatası gibi geldi bana. Ayrıca Bower'ın geminin havalandırma kanalları içinden geçerek diğer bölmeye atlaması da inanılır gibi değil. Yüz küsur yıl uzayda seyahat etmesi planlanan bir gemiye bu denli elle yırtılabilen plastikler yakışmamış. Bu eksilerine rağmen film benim için en iyi bilim kurgu filmlerinden birisi olmaya devam edecek. Bu filmin Alien’ın bir kopyası olduğu çok konuşuldu ve bu söylenti filmin önünde bir engel olarak yükseldi, filme haksızlık edildiği kanısındayım.

İçerdiği olumlu yönlerin fazlalığı sayesinde bu filmin en azından bilim kurgu severler arasında kült filme dönüşeceğini düşünüyorum.

15 Şubat 2010 Pazartesi

Şeytan'ın Belkemiği

"Bazı sırlar ortaya çıkmamalı" diyor Meksikalı sinema aşığı yönetmen Guillermo del Toro "El Espinazo Del Diablo" isimli filminde. Bu 2001 yapımı İspanyolca film daha çok İngilizcedeki “The Devil’s Backbone” karşılığı ile anımsanıyor. Şeytan’ın Belkemiği korku filmi olarak tanıtılmasına karşın aslında 1939 yılının iç savaşın ortasındaki İspanya’sında geçen iyi anlatılmış bir dram.


Cumhuriyet direnişçisi olan babası, Küçük Carlos’u, nerede olduğu belli olmayan, adeta hiçliğin ortasındaki bir yetimhaneye götürerek onu bırakır. Yetimhane’ye terk edilen küçük çocuk babasının öldüğünü bilmez, filmin ilerleyen bölümlerinde bizler şahit oluruz bu ölüme.

Eski bir binada yaşamaya mecbur kalmış küçük çocukların sorumluluğunu Dr. Casares ve yardımcısı Carmen’dedir. Ayak işlerine bakan Jacinto küçük çocuklara kin duyar gibidir. O da aynı yetimhaneye terkedilmiş, büyüyünce de orayı terk edememiştir. Yetimhane’nin avlusuna düşen patlamamış bir bomba içeride yaşayanlarca kanıksanmıştır ama her an patlamaya hazır dimdik durmaktadır.


Eski binadaki yetişkinlerin her birinin ayrı bir planı vardır, kimse kimsenin ne yapacağını bilmemektedir. Ve yetimhanenin hüzün yüklü koridorlarında korku ile dolaşan filmlerde daha önce görmeye alışık olmadığımız bir küçük çocuğun hayaleti: Santi. Çocuk yürüdükçe alnının sol tarafındaki bir yaradan akan kan suya karışır gibi havaya akar. Kanaması dinmez Santi’nin, çünkü her hayalet gibi geride çözümlenmemiş bir meselesi vardır. Sorun ortaya çıkıncaya kadar iki dünya arasında gidip gelmeye ve bu dünyada kanamaya devam edecektir.

Hayalet eninde sonunda çocukların çoğunun öleceğini bilmektedir. Dr. Casares sürmekte olan savaşın seslerinin yaklaşması üzerine çocukları alarak yetimhaneyi terk etmesinin en iyi hamle olacağını düşünmektedir.

Yatılı okula yeni gelen çocuğun dışlanması havasında başlayan filmde gerilim yönetmenin ustalığı sayesinde giderek artıyor ve finale yakın doruğa ulaşıyor. Masumiyetin kötülükle çaresizce mücadelesine dair bu filmden benim aklımda kalmaya devam edecek sahneler şunlar;


- Carlos bir gece yarısı yatakhaneden gizlice çıkar, avluya, bombanın yanına gelir. Bomba’dan ona hayaleti göstermesini ister. Bombanın üzerindeki bir kağıt uçarak onu hayaletin yanına götürür. Carlos’un kalbi duracak gibi olur. Kanayan hayalet çocuk karşısındadır. Sinta’nın dudakları aralanır…. - Jaime isimli bir çocuk resim defterine Santi’yi resmetmiştir. O sayfayı gören Carlos, Jaime’nin söylemekten korktuğu bir şeyler bildiğini anlar.
Pan’ın Labirenti’ni izlerkenkine benzeyen bir sinema tadı almak için izlenilmesi gereken bir film, Şeytan’ın Belkemiği.

Ülkemizde az sayıda salonda gösterilmiş ya da festivaller dışında gösterim şansı bulmamış filmleri "Kült Kedisi" etiketi altında anımsayacağım bundan böyle.

12 Şubat 2010 Cuma

Ay'a da Gidelim Osman

Kadın çok mutluydu, sevgilisinin yanında yüreği hop hop ediyordu. Kah dudaklarını kulağına yaklaştırıp üflüyor, kah boynunu gıdıklıyordu. Adam yalandan kızarmış gibi yapıyordu. Ama hoşuna gidiyordu. Direksiyon hakimiyetini kaybetmedikçe umurunda değildi dünya.

“Bugün seninim, bugün işe gitmek yok” dedi genç adam. “Nereye gitmek istersen söyle, bugün istediğin yere yalnız seni götüreceğim” diye ilave etti.

Kadın kahkahalarla gülüyordu. Çok mutluydu.

Kadın: “Nereye istersem götürecek misin beni, Osman?” diye sordu.
Adam: “Evet” dedi “Nereye istersen”
“Aya da gidelim Osman” dedi kadın.

Radyoda saykodelik bir oyun havası çalıyordu. Parmakları ile ritm tutuyordu kadın. Yağmurdan sonra yansıyan gün ışığı bayram yerine çevirmişti geçtikleri yolları. Camlarda bile güneş ışığı yansıyordu sarı taksideki sevgililerin üzerine.


* * * * *


Ajda Pekkan’ın her biri ayrı güzel 10 şarkısından ibaret 1987 albümü Süper Star 4 yeniden raflarda. Şarkılar güzel di güzel olmasına ama hepsini bir araya koyduğunuzda albüm etmeyen bir çalışma olmuştu zamanında. O şarkılar yan yana geldiğinde kimyası mı tutmuyordu nesi eksikti bilmiyorum. Şimdi oturup dinlediğimde tek şarkıdan ibaret zamane pop albümlerine on çekiyor.

Perihan Mağden suskunluğuna son verdi. Bir oturuşta okunan, Mağden köşe yazılarındaki imzası haline gelmiş kelime oyunlarına hiç dokunmadan sade mi sade bir roman sunmuş okuyucusuna. 90’lı yılların başlarından, bir gazetenin üçüncü sayfasından taşımış iki gencin hikayesini. Aşk mı, kader birliği mi, yoksa isyan mı siz karar verin Ali ile Ramazan’ın anlattıklarını okuduktan sonra.

Sade’nin Soldier of Love albümü iyi olmuş, kadının tek kusuru on yılda bir albüm yapar hale gelmiş olması.

Efendim; “Aya da Gidelim Osman” Dinar Bandosu’nun albümü, pskiodelik-deşik türünde müzik yapıyor adamlar, edinmekte ve bir kulak gezdirmekte yarar var.

6 Şubat 2010 Cumartesi

Tarihin Elinde Rubik'in Kübü Oldum

Bu ülkede yaşıyorsanız çıldırmamayı öğrenmeniz gerekiyor. Geçen hafta ülkemizde olanlardan bir kısmını derledim, ileride bakar bakar gülerim belki de bakar bakar ağlarım bilmiyorum zaman neler gösterecek. İ-ki-bin-on yılının Şubat ayının ilk beş gününde şunlar olmuş güzeller güzeli ülkemizde, Allah nazarlardan saklasın, tü-tü-tü;

Parkta 3 yaşındaki kızı öptüğü için kızın ailesi tarafından sapıklık yaptığı, cinsel taciz uyguladığı gerekçesi ile hakkında suç duyurusunda bulunularak, dava açılıp, mahkemeye . çıkarıldığı gün erkek sanık 2,5 yaşındaydı. (yazı ile; iki buçuk).

Yüce milletimizin saygıdeğer Milletvekilleri, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde iletişim kurabilmek için konuşmaktan daha farklı bir yöntem seçtiler. Daha sonra da birbirlerini suçladılar.

Dijital telefonların daha kolay dinlenilebilirliği konusundaki iddialarda kulak birliği eden milletvekilleri huzursuz olmaktansa Meclis’teki telefonlarını söktürmeye başlamışlar. İyi de olmuş. Telefondan dinlenirim diye korkup konuşmayan milletvekilindense, telefon gitti, nasılsa dinlenmem deyip konuşan milletvekilimizin olması daha iyi bir gelişme.

Van’ın Özalp ilçesinde yirmi yaşındaki Fatma Uçan kendisini istemediği biriyle evlendirmek isteyen babası Seyfettin Uçan’ı evdeki ruhsatsız tabanca ile vurdu, babasının hafif yara aldığını görmeden kendisini odasına kilitledi. Kapının önüne gelip iyi olduğunu söyleyen babasının ve yakınlarının tüm çabalarına rağmen odadan çıkmayan Fatma Uçan, kafasına dayadığı tabancanın tetiğini çekerek intihar etti. Sonuç; bir ölü, bir yaralı.
Aşağıda üç farklı başlık var lütfen bunların hepsini aynı cümle içinde geçiriniz:
- Bülent Arınç.
- Meclis Başkan Vekili.
- Oda basmak.

Danıştay; 29 Mart Yerel Seçimleri öncesinde Tunceli’de Sosyal Yardımlaşma Dayanışma Vakfı aracılığı ile halka ücretsiz beyaz eşya dağıtan dönemin Tunceli Valisi, şimdinin Giresun Valisi Mustafa Yaman Beyefendi hakkında soruşturma açılması talebini kabul etmiş. O seçim ne zamandı yıllardan hangisindeydik anımsayanlar hala vardır her halde.

Sayın Başbakanımız sigara yasağına atıfta bulunarak “bunun sulusuna da kurusuna da karşıyım, o kadar da açık konuşuyorum” demiş. Şahsi olarak karşısında olmaklar bu denli dile getirilmezdi, o da oldu. Kurusu sigara, yaşı içki oluyor efendim. İçenler düşünsünler, bir zahmet oturup içmemeyi örensinler.

Bunlar sıradan bir hafta içinde benim okuduğum sıradan olaylardan. Başka ülkelerde bunlardan her hangi bir tanesi skandal olarak nitelendirilebilirdi. Bir daha olmaması için önlemler alınabilirdi. Bizler kanıksadık, bunların yinelenmemesi için bir çaba olduğunu iddia edenler belki vardır, ama tekrar edecek. Çünkü tarih tekerrürden ibaretmiş. Hatalarından ders almasını, hatalarını tekrar etmeyecek biçimde düzeltmesini bilmeyen kalabalıklar için kötü tabi bu mükerrer hata, kaza, cefa ve rezaletler.

5 Şubat 2010 Cuma

Seni Seviyor/d/um

Türk pop müziğinin en iyi albümleri başlığını taşıyan bir liste yapmaya koyulsam içine rahatlıkla iki Zerrin Özer albümünü koyabilirim. Zerrin Özer 1980 yılında ilk ve ikinci albümünü Kent Plak’tan çıkarmış bir şarkıcımızdır. İlk iki albümü en güzel albümleridir; “Seni Seviyorum” ve “Sevgilerimle”. Söz, müzik ve besteleriyle birbirini tamamlayan şarkılardan oluşmaktadır her ikisi de. Ve sanatçının vokali bu iki albümde mükemmeldir, şimdiki şarkı söyleyişi ile pek bir alakası yoktur. Albümlerin ikisinde de pop şarkılarımızda pek alışık olmadığımız pop-caz tınıları vardır. “Seni seviyorum, Bitti, Tüm dünya ağlıyor, Huzursuzum, Her sonbahar, Umut, Nerede o cennet?, Çalacak aşk dolu şarkılar, İmkansız, Solgun Güller, Her şey seninle güzel, Ayrılıklar unutulmaz, O yaz, İmkansız, Yalan, Gurur duyarım” bu iki albümde yer alan ve bir daha eşi benzeri yapılmamış güçlü şarkılardır.

Böylesine birbirinden güzel iki albümü ardı ardına yapan sanatçı ne akla hizmetse üçüncü albümünde, 1981 yılında yayınlanan “…ve Zerrin Özer” albümünde dört şarkı haricinde tamamen ağdalı arabesk şarkılarına yer vermiştir. Bu albümde yer alan “Aşk budur işte” güzel bir coverdir, “İki sevgi bir kalpte” ise Zerrin’in vasatın üstüne çıkabilmiş son şarkılarından olmuştur. Bundan sonra iki adet koyu mu koyu arabesk albümü; Gelecek misin? (1982) ve Mutluluklar Dilerim (1984) yayınlanır. 1985 yılında Kırmızı Arapça ve arabesk şarkılar ile dönemin popüler türkülerinin yanında yer alan üç pop şarkısı ile tamamen curcunaya dönmüş bir albümdür. Üstelik alt yapıda kullanılan elektronik davul sesleri cidden kafa ütülemektedir.


1987’de yayınlanan Dayanamıyorum isimli albümü pop ile arabeskin biraz daha senteze yönelik birlikteliğidir, yeni bir tarza göz kırpar gibidir, belki de Sezen Aksu’nun formülünü bu sanatçıda denemiştir Atila Özdemiroğlu. Ancak albüm satışları iyi gitmiş ve buradan da sanatçının uzun yıllar boyunca takılıp kalacağı albüm şekli belli olmuştur; yani biraz ondan biraz bundan azıcık da şundan tarzı. Arabesk, oyun havası ve birkaç pop şarkısı ile durumu kurtarmak sanatçının ve çalışacağı plak firmalarının mutabık kaldığı çalışma şekli olacaktır. 1989 yılında “Sat gitsin” isimli daha isminden kaybeden ne olduğu belirsiz bir albüm çıkmakla birlikte sanatçı adeta can simidine tutunurcasına iki şarkıya tutunmuştur, bunlardan birisi Barış Manço’nun “Unutamadım”ı diğeri de Kayahan’ın “Yoksun Sen”idir. Her iki şarkı da sanatçının eşiz sesi ile mükemmel uyum sağlamıştır. Öte yandan Ofra Haza’nın o dönem popüler olan şarkısının Türkçeleştirilmiş versiyonu “Hani ya yeminin” güzel bir versiyon olmuş ve “Aşk istiyor gönlüm” üzerinde özenle durulduğu belli olan şarkılar olmuştur.

1990 yılında “İşte ben” çıkar, “Sahne aynı roller başka” nefis bir pop şarkısıdır, o dönem revaçta olan “Lambada”yı söyleyen grubun slow bir şarkısının Türkçe versiyonudur. Ne arabesk ne de pop severlere yar olmamış bir albümdür. 1991 yılında “Sevildiğini bil” albümü yayınlanır. Açılışı yapan şarkının ismi albümün geri kalan bölümüne imza atar “Otuz beşe bakla”.

Hayli kan kaybetmiş olan sanatçı hep cepten yemekte güzel sesinin hatrına albümünü alan almaktadır. Sezen-Onno ittifakındaki çözülme sonrasında sanatçı Onno Tunç’un kapısında sıraya girmiş sanatçılardan olmuştur. Onno Zerrin’e albüm yapmayı kabul eder. Uzun yıllardır beklenene yakın bir albüm olmuştur, Onno Tunç’un etkleyici düzenlemeleri ile sanatçının sesi ve usta yorumu güzel şarkılarda bir araya gelmiştir. Albüme adını veren açılışını yapan Olay Olay sanatçının unuttuğumuz ses rengini hatrlatmaya yetmiştir, ayrıca Mustafa Sandal’ın “Bir gün mutlaka” isimli şarkısındaki yorumu da mükemmeldir. Orhan Atasoy’un ölümsüzleşmiş şarkısının bir yorumu da bu albümde Zerrin’den gelir Melis Sökmen’in versiyonunun hemen ardından.

Bu albümün hemen ardından sanatçı müziği bıraktığını açıklar. 1996 yılına kadar sesi soluğu duyulmaz. Zerrin Özer 96 ile geriye döner, açılışı yapan “Paşa Gönlüm” dışında akılda kalan bir şarkı yoktur bu çalışmada. Bir yıl sonra Zerrin Özer 97 gelir. Bu albümden “Kıyamam” ve “Şimdi hayallerdesin” hit olur. Bir tane de Mina şarkısı versiyonu vardır, “Ancora ancora ancora” üstünden 20 küsürdan fazla yıl geçtikten sonra el atmak fazla anlamlı olmamıştır ya neyse.

Sanatçı 2000 yılına “Bir Zerrin Özer Arşivi”ne aldığı 13 eski şarkısı ve bir Kerim Tekin şarkısı ile girer, 2001 yılında 1989 albümünün açılış şarkısının remixini çıkarır “Sat Gitsin”. 2003 yılında “Ölürüm Ben Sana” sevdiği bir insan vefa borcu gibidir bu albüm, hemen unutulacak şarkılar ile doludur. 2005 yılında “Ve Böyle Bir Şey” çıkar, türkülerimize Zerrin Özer yorumudur. 2007 yılında iki albüm bir arada çıkar “Ömür Geçiyor” ve “Zerrin Özel”. İlk albüm pop şarkılar ile doludur, ikinci ile Anadolu rock tınılarına sahip bir çalışmadır. Her ikisi de oturmamış, fazla kafa yorulmamış albümlerdir. 2009 yılında Emanet isimli albüme misafir sanatçı olmuştur.

Zerrin Özer seçimlerini iyi yapamamış, eskiden iyi sesli olan bir sanatçıdır. İlk iki albümünde bir altın yumurtlayan tavuk yakaladıklarını düşünen plak yapımcıları sanatçının üzerinden kısa sürede daha çok para kazanabilmek için ona arabesk söyletmişler, sanatçı bu konuda tavrını net koyamadığı için de daha sonraki albümlerinde de arabesk gölgesi asla üzerinden çekilmemiştir. O ince ve güçlü ses, ses rengine uymayan alaturka ağırlıklı şarkıların icrası ile artık kalınlaşmış ve eski Zerrin’den eser kalmamıştır. Ancak ne olursa olsun ilk iki albümü çok mükemmeldir, Zerrin Özer iki adet mükemmel albümle müzik piyasasına bomba gibi giriş yapmış daha ilk adımında yıldızlaşmış bir sanatçıdır. 1980 yılından sonra çıkardığı albümlerde tutarlı bir çizgi maalesef izlememiştir.
2006 yılında yayınlanan otobiyografisi kitap olarak iyi bi ryerden tutturarak başlar, bir şarkının gelişimini anlatır, o şarkı Zerrin Özer'e dönüşür. Ancak Zerrin Özer'e dönüşünce, hayatının belli dönemlerindeki sıkıntıları, hataları, yanlış alınmış kararları için mütemadiyen başkalarının suçlandığını görürüz. Bu denli sık müzik tarzı değiştirmesine değinilmemiştir bile.

Bir de onun için süregelen iyi bir caz gırtlağına sahip olduğu geyiği vardır. Müzik ile ilgili kimseleri tarif için kullanılan gırtlak lafına oldum olası sıcak bakmam. Antipati duyarım. Zerrin Hanım'ın da böyle olduğunu söylerler. Hiç alakası yoktur oysa. Jazz söylemek için bağırmak bir ön şart değildir, fısıldayarak da söylenebilir. Ben bağıran cazcı duymadım şimdiye kadar.


Her şey seninle güzel yolda yürümek bile
Olmayacak düşlerin peşinde koşmak bile
Her şey seninle güzel bu toprak bu taş bile
İçimdeki bu korku gözümdeki bu yaş bile

3 Şubat 2010 Çarşamba

Parlak Bir Kariyer İçin 10 Altın Kural

Kazara adım atılan üniversiteden mezun olunan gün Hayat gence karşıdan el sallar, “gel gel” diye işaret eder. Fırından yeni çıkmış kadar tazecik diplomasını elinde tutan çiçeği burnunda mezun genç bu daveti ciddiye alır, samimiyetine inanır ve hemen hayatın kollarına atılıvereceğini zanneder. Oysa hayat samimi değildir, hep yalanlar söyler, hep vaatler verir, hep karşıdan gösterir, gösterdiklerini zor verir, vaatlerini gerçekleştirmez.

Kendisini neyin beklediğini bilmeyen genç mezuniyet vedalaşmaları bitip de tek başına kaldı mı “ben ne yapacağım şimdi?” düşüncesi geçer aklından. O güne kadar hiç düşünmediyse artık tam sırasıdır, düşünmeye başlasa iyi olur. Kendisi düşünmezse de evdekiler “ee okul bitti ne yapacaksın şimdi?” makamında sorulara boğarak yavru kuşa yuvadan uçmayı merak etmesi için gereken huzursuzluğu tattırırlar. Genç; günler, aylar geçtikçe arkadaşlarının ya da kendi yaşındaki eş, ahbap, dost çocuklarının işe girdiği haberleri ile suratı bir karış yemek sofrasından kalkma günlerine başlar. Dört bir yana haber salınır, gazete köşelerindeki iş ilanları sonuna kadar okunur, heveslenilenlere başvurulur, gazete ilanlarında görülen sınavlara girilir, tanıdıklar vasıtasıyla ayarlanan iş görüşmelerine katılınır. Çokça olumsuz yanıt alınır, bazen umutsuzluğa kapılıp hırslanılır.

Nihayet o müjdeli haber kapıyı çalar, seçilmiştir, falanca gün işe başlanacaktır. İş kıyafetleri alınır. Henüz fotoğraflarda görülen modeller gibi iki dirhem bir çekirdek işe gidip eğlenilip eğlenilip akşama geri dönülecektir sanılmaktadır.

Genelde büyük firmalar işe yeni giren elemanını genel bir takım kuralları öğretmek ve motive edip gaza gelmiş biçimde işe başlamalarını sağlamak için kısa veya uzun süreli bir oryantasyon eğitimine alır. Genç burada kendisi gibi iş hayatına naif gözlerle bakan eşitleri ile, yani diğer seçilmişler, işe uygun bulunmuşlar ile tanışır. Üniversite ortamındakine benzer esprili, neşeli bir ortama düştüğü için sevinmektedir.

Eğitim sonrasında işe başlanılan o ilk gün genç kendisini çok önemli sanmaktadır. Girdiği müessesede kendisini bir kariyer planının beklediği hayalinin içinde yaşamaktadır. Genç bir kariyer planının kendisini beklediğini düşündüğü işine başladığı o noktaya gelene kadar hangi yollardan geçmiştir haydi ona bir göz gezdirelim. İlkokula gitmiş, orta öğrenimini tamamlamış, herkes gibi bir sınava girmiş bu sınavda başarılı olmak için bir takım kurslara yazılmış ve sınavda “şansına” ne çıktıysa o okulda yüksek öğrenimini tamamlamıştır. Ne genç ne de ailesi hayat ile ilgili bir plan yapmamıştır. Kendi hayatını planlamamış birinin, mesleki gelişimi için kendisine dair birilerinin bir planı olduğunu düşünmesi için hiçbir sebebi yoktur. Ama o bunu bilmez bir yerlerde bir plan olduğu hayaline kapılır.

Eğrş oturup doğru konuşalım, eğer ki bir insan yavrusu; çok uğraşır, işini hızlı öğrenir, çok çalışır, didinir, joker gibi oradan oraya koşturulup tüm angaryaları üstlenerek, gerektiğinde fedakarlıklar yaparsa günün birinde işindeki en yüksek noktaya kadar ilerleyebilir sanıyorsa maalesef çok yanılıyordur. Bu biçimde kendini işine adamışları hızlı terfi ettirmezler. Enayice her tür işi üstüne yükleyecekleri adamı yüseltirlerse o adamın yaptığı işleri yükleyebilecekleri başka adam kalmaz ellerinde. Gencin bunu kendi kendine kabul etmesi için önünde uzun yıllar vardır. Eğer işinde ilerlemek istiyorsa, hızla yükselmek gibi bir emeli varsa kesinlikle yapmaması gereken şey sadece çalışmak olmamalıdır.

Gelelim Kariyer Pilavlamasına, mesleğinde yükselmek için yapılması gereken ancak etik olarak zaafları olduğunu da can-ı gönülden düşündüğüm hızla ve kendini yıpratmadan yükselebilme emeline ulaşma üzerine sinsice düzenlemiş organizasyon faaliyetlerinin cümlesine ben kariyer pilavlaması diyorum. Bir nevi kendi kariyerini kendin parlat manevrası yani. Madem kariyer planlaması diye bir şey yok, madem genç de bir yandan yıllar geçerken, yaşlanmayı beklemeden yükselmek istiyor, o halde kişi kendi kariyerini kendi planlamalıdır. Kişinin kendi kariyerini parlatma, işinde kendini ön plana atmak için el yordamı ile yürüttüğü kulis faaliyetleri için takip ettiği rota Kariyer Pilavlaması’dır. Nasıl ki pilav pişirmek incelik, ustalık ister, kariyerde yükselmek içinde göze batmadan aradan sıyrılmak, pilav pişirmektekine benzeyen bir ustalık gerektirir. Suyunu, tuzunu, pirincini, şekerini yağını hep uygun zamanda atmalısınız ki lapa olamasın ya da kuru kuru kalmasın.

Adet olmuş her bir işin raconu var, en önemli bölümü de bunları maddelemek, iyi bir kariye inşa etmek için şu başlıklarda efor sarfetmek çok önemlidir:

Madde 1: Aman fazla çalışmayalım!!
Madde 2: Cıvık yaftasını yemeden sosyalleşelim
Madde 3: Yeri geldiğinde didişelim sessiz sanıp hakkımızı yemesinler
Madde 4: Bol bol izin rapor kullanalım
Madde 5: Dozunda yağ çekelim.
Madde 6: Ufak ofis çatışmalarına gözü kapalı girmeyelim
Madde 7: Rakiplerin sinirini yıpratalım, iz bırakan çamurlar atalım.
Madde 8: Klüplere katılalım, kendimizi tanıtalım.
Madde 9: Torpilimizi açıklamayalım
Madde 10: Deşifre olmayacak denli sinsi kalalım.

Devam edecek

1 Şubat 2010 Pazartesi

Kariyer Pilavlaması

Geçenlerde gece yarısını epey geçmiş bir saatte karanlığın ortasında uykumdan fırladım. Kendimi rüyamda bağırırken yakaladım. O anda ne söylediğimi anlayamadım. Kadıköy Maarif Koleji’nin Pilav Gününe gitmişim, Tanıdık herkes oradaymış, mutluluk içinde yüzen bir sanatçı, yazar, şair, doktor, avukat, bankacı, talk showcu, mühendis, sanayici, genel müdür, müdür ve müdür yardımcısı kalabalığıymışız. Vakit geçirip birbirimize kariyer havası atmak için oraya gitmişiz, mutlu rolü yapıyormuşuz, önemli olduğumuzu herkes bilsin bir daha da unutamasın istiyormuşuz. Bu kariyer pilavlaması günlerinde ortaya kurulan bir podyuma çıkıp cetvel koyup kimin ünvanı en büyüğü diye ölçüyormuşuz. Her çıkanı ünvanının, şanının, şöhretinin uzunluğu kadar alkışlıyormuşuz. Boş yere bunalıp konuşmamışım uykumda. Saat kaçtı bilmiyorum ve kalbim göğüs kafesimin içinde hırsla gümbürdüyordu, Saate bakarsam tekrar uyuyama riski dolandı gözlerimin önünde. Onları hemen kapadım ve aklımdaki fikirleri bir kenara ittirip tekrar uykuya daldım.

Uyandığımda pencere dışında görünen her şey buz kesmiş gibiydi. “Ama pilav günü Haziran ayındadır yahu” diye diklendim bilmiş bilmiş. Hakikaten de hayatımın en bunalımlı yıllarını geçirdiğim deniz kenarındaki mekandır o okul. Eski binada olsun yeni bina da olsun Genç Werther’inkileri andıran acılar içerisindeydim nedensiz yere, olduk olmadık saaterde okuldan kaçar sonra geriye dönerdim. Benim gibi birkaç tiple birlikte böyle gitmekle, kaçmakla eğlenirdik güya. Oysa bir yere varmadan gitmeler gitmek değilmiş. Deneyerek öğrenmiş olduk.

Ayaklarımız geri geri gittiğimiz o yere seneler sonra pilayı bahane edip dönmek de neyin nesidir onu da konuşlandıramıyorum ne yere ne göğe.

Bu kariyer planlaması denilen ismi var kendisi yok olgu kapanmayan yaralardandır ülkemizde, zaten yara öyle büyüktür ki kariyer planlaması denen bir şey vardıysa bile şu ana kadar ölmüştür zaten. O yüzden insanların meslek yaşamlarındaki ilerlemeye dair izledikleri yolu ben maalesef “kariyer pilavlaması” olarak anıyorum. Kariyer planlaması hakkında düşünce belirtmem gerekirse “yok böyle bir şey” diyorum sadece. Karşımdakiler de olduğunu ispat etmek için dil döküyorlar, yaptıkları kelime cambazlıklarını boş çaba bunlar kategorisinde ve “kayda değmez tuşu”nu basılı tutarak gülümseyerek dinliyorum. Sanki rüyamda bir pilav gününe katılmış gibi gerilmek istemiyorum, anlatsınlar külahıma bana ne. Varlığını ispat etmek isteyen düşünsün.

Mezun olmuş genç insan işe girer ve kendisinin ne kadar iyi olduğunu, en iyisi olduğunu göstermek için çabalar durur. İşe başladığı müesseseye bağlılık hisleri sürekli güçlenir başına ne kadar saçma olay gelse de iş yerine bağlılığı kolay kolay zayıflamaz. Ülkemizde müesseselerin kurum çalışanlarına bağlılığı yok iken genç insanın adeta körü körüne ve beşik kertmesi ile kertilmiş gibi duran bu haline dense dense platonik bir aşk olarak denilebilir. Sevgili eziyet ettikçe, yılmayan genç sevdiğinin gözüne girmek için didinir durur. Zanneder ki her bir işi kuralına uygun olarak yerine getiri ve çok çalışırsa bir gün bu özverili emekleri karşılığını görür. Fena halde yanıldığını anlaması için beş kere bilmem kaç yıl geçmesi gerekir. İşveren açısından bakıldığında çalışanına bağlılığın olmadığı bir ülkede göstermiş olduğu karın tokluğuna bu bağlılık sonunda bir gün gelir avucunu bir güzel biçimde yalar, bizzat kendi elinden diline bulaşan acı tadı silebilmesi için birkaç kadeh buz gibi soğuk su yutması gerekir o gün.

Mesleğinde enayi pozisyonuna düşmeden, yani fazla emek harcamadan, yorulmadan, riske girmeden ilerlemek isteyenler ile yıllar içinde kazandığım deneyimlerimi paylaşmak istiyorum.

Önümüzdeki günlerde elim erdikçe kariyer pilavlamasına dair maddelemelerimi yapacağım. Bu da kendi kendime mim olsun.