30 Temmuz 2009 Perşembe

Bir Turku

23 Temmuz günü arkadaşlarla konsere gittik. Yeni Türkü'yü canlı dinlememiştim, Bostanlı'daki açık hava tiyatrosuna da gitmemiştim. Grubun 19 Temmuz Pazar günkü İstanbul konserinin çok iyi geçtiğini grupta bir şekilde yer almış tüm müzisyenlerin sahneye konuk müzisyen olarak çıktığını ayrıca Harula'nın bile "Telli Telli"ye düet yaptığını duyarak gizli bir iştaha kapılmıştık. Bizimkisi sürprizli bir konser olmadı ama isimlerini ilk kez duyduğumuz müzisyenlerin de Derya Köroğlu'nun da performansları çok iyiydi. Güzel bir konser oldu.

Bilinen eski, Yeni Türkü şarkılarına seyirciler eşlik ede ede, geçmişe yolculuk yaptık. Ben resim şarkısını ilk çıktığından beri çok beğenirim, canlısı da hoşuma gitti. Tüm blogcu arkadaşlara armağanım olsun.

O kadar sevdim ki resmini
İşte bugün konuştu benle
Yorulmuştum çalışmaktan
Karda uzun yürürdük senle

Geceleri resmine baktım
Olanları anlattım
Seni bir görsem diye diye
Uyudum yağmurun sesiyle

O kadar sevdim ki resmini

Biliyorum görünce beni
Hep tanıyordum diyeceksin
Rüyalarımda hep sen vardın
Hep tanıyordum diyeceksin

Okuduğum her cümlede
Konuştuğum her insanda
Gördüğüm her güzellikte
Sen de varsın
Sen hep varsın

Bir aksilik çıkmazsa bu yazı çıktığı sırada, aynı yerde Bülent Oratçgil ve Ezginin Günlüğü Konserini izliyor olacağım.

Ben Oraya Gitmedim Be Abi!! - 3

Kalender Bar'dan bir hafta sonra hızımızı alamadık gene Balçova'ya gittik. Bu sefer gittiğimiz "Vızıltı" isimli bir bardı. Dar bir cephesi olan bar içeriye doğru uzuyor ve daaha da daralıyordu. İki basamak ile tuvaletin olduğu bölmeye çıkılıyor, tuvaletin karşısında dar, kare biçiminde özel müşteri locası vardı. Konum itibari ile özel loca müşterileri tuvalete giren çıkanı yakinen izleyebiliyorlardı. Ana bölmede tahta masalar ve tahta sıralar vardı. Sıra sıra bıyıklı adamların oluşturduğu müşterilerinin yaş ortalaması elli üzeri gibi görünüyor tepede bir televizyon bağırıyor fonda artık bir türkü mü dersiniz özgün müziktirik mi dersiniz bilemeyeceğim bir gürültü çağlamaktaydı. Kadın garsonları yoktu. Bar da pek dolu değildi. Bar sahibi ellili yaşlarda eli tespihli, gür bıyıklı, bol şiveli bir adamdı. Masaları geze dolana fıkralar içip kendi barının konsomasyonunu kendi yapıyordu.

Mustafa Amca'ya Kalender Bar kalabalık sizinki niye değil diye sorduk merakımıza yenik düşüp. Bu yaştan sonra barda karı çalıştırıp günaha giremem dedi. Mustafa Amca barı iki oğlu ile işletiyordu birisi 25 diğeri 23 yaşında. Gençler barı modernize etmek istiyorlar amca ona bile karşı çıkıyormuş. Eski ahşap masalardan da, ahşap sıralardan da gayet memnunmuş kendisi.

Mustafa Amcamı yollayınca biz biralarımızı yudumlayıp kendi aramızda münferit muhabbete başladık. Muhabbetimiz bar sahibi bizi hatırladıkça onun tarafında bozuluyordu. Bir müddet sonra fondaki teypten Erzurum yöresinden bir türkü başlayınca köşelerinde sakin sakin oturan amcalar cümleten ayağa kalkıp holde el ele tutuşarak folklorik dansa dair yeteneklerini toplu halde sergilemeye başladılar. Bar sahibi kalkın kalkın diye bize de işaret ediyordu. Kalkmadık.

Folklorik dans harekatı başarı ile sonuçlanınca, bardaki tansiyon hafifledi, yerine oturanlardan pos bıyıkları beyazlamış bir amca "Mihriban"ı söylemeye başladı. Hayatımda bundan daha kötü bir Mihriban yorumu duymam sandım o an, yanılmışım. Neyse Vızıltı'yı şarkı ile bir noktalayıp, daha sonra tekrar gelmek üzere kadın garsonlu yandaki bara geçtik.


(Devam Edecek)

29 Temmuz 2009 Çarşamba

Olur mu Böyle Şey?

Var mıdır kimi insanların hatıralarında bir orman yangını başlattığını bilmek. Dikkatsizce atılan sönmemiş bir sigara, bilerek başlatılan bir yangın var mıdır bazı vatandaşlarımızın mazisinde? Varsa eğer faaliyetlerinin bir suç olduğunun farkındalar mı? Umurlarında mı?

Orman yangının önünde hatıra resmi çektiren insan resmini de gördüm sonunda. Şuurum yerinde, dumura uğramadım, akıl sağlığımın hala yerinde olduğunu zannediyorum. En azından ben öyle zannediyorum.

Bu resmi diğer fotoğraflarının arasına atıp, arkadaşlarına, sevdiklerine, seneler sonra, eşine çocukarına gösterip "koskoca orman yanarken ben ve kankam oradaydık, seyrediyorduk, çok sıcaktı, bir resim çektirip kaçtık mı diyecek. Bir felaketin ortasında yapılacak en iyi şey kaçmak mı? Fotoğraf çekmek mi? Fotoğraf çekmeye zaman ayıracak kadar felaketlerin kıyısında yaşamak, yaşamak mı? Olur mu böyle şey? Nedir bu?

Sene 2009, İzmir, Türkiye, Vladimir.



28 Temmuz 2009 Salı

Pır Pır Eder Yüreği, Çın Çın Eder Kadehi

Sözüm meclisten dışarı; antik çağlarda insanlar çok antikaymış. Birbirleri ile ilgili türlü entrika çevirmekle kalmaz icraate de dökerlermiş. Çok eski zamanlarda bir insanın düşmanını yemeğe davet edip, ona zehirli içki sunarak öldürmesi olağan hadiselerden sayılıyormuş. Ayrıca bir yemek daveti alıp da gitmemek son derece kaba ve ürkek yaradılışlı bir insan olma emaresi sayılıyormuş ki kimse bu duruma düşmeyi göze alamadığı için yemeğe davet edildiği zaman gitmemezlik etmiyormuş. Düşünsenize kalbiniz "Acaba bugün yemek daveti alır mıyım?", "Alırsam bu davet kimden gelir?" sorularına mütemadiyen yanıt aramaktan 7/24 pır pır ediyor. Ve bu sorulara yanıt bulup da davete icabet ettiniz, bu seferde "yemekler mi yoksa içkiler mi?" davetlinin zihnini her salise kurcaladığı için yemek davetlerinde sohbetler sönük geçermiş. Tabi bu duruma o devirde de can dayanmamış. Pır pır eden yüreklerdeki endişeyi silecek bir çözüm bulunmuş.



Ev sahibinin ikram edilenleri misafirinin gözünün önünde tatması en güzel çözüm olmuş. Ancak bunu öyle sıradan biçimde yapmak yerine seremonili bir hale getirmişler. Yemek faslı beni ilgilendirmediği için - şu an karnım tok ama canım buz gibi bir bira istiyor mesela - içki faslını anlatayım tam olsun. Ev sahibi içkinin zehirsiz olduğunu kanıtlamak için kendi kadehini havaya kaldırır ve misafirin kadehinden bir yudum iriliğindeki damlanın kendi kadehine dökülmesini istermiş. Yudumun yolculuğu bitince misafir ve ev sahibi içkilerini aynı anda içerlermiş. Bakmışlar ki güven sağlanmış misafirlikte karınlar doymaya, ziyafet sofraları sohbetler ile şenlenmeye başlamış bazı yürekler pır pır etmeyi özler olmuş.



Bazı misafirler, ev sahibi kadehini havaya kaldırıp misafirine bir yudumu kendi kadehine aktarması için nazikçe uzattığı vakit "gerek yok size güveniyorum" anlamına gelecek bir jest üretmişler. Ev sahibinin uzanan kadehine kendi kadehlerini eğerek bir miktar arttırmak yerine onlar da kadehlerini ev sahiplerine aynı zarafet ile uzatarak kendi kadehlerinin bir kenarından ev sahibinin kadehinin bir kenarına "çın" sesi çıkartacak biçimde tokuşturu olmuşlar.


Kadeh tokuşturmak sana güveniyorum senin yemeğinde içkinde zehir yoktur dostum manasına gelmiş kadeh çınlamaları yıllar boyunca. Artık kimse kimseyi zehirlemiyor, sokak ortasında polisin gözü önünde kesiyorlar, ya da namazında orucunda dini bütün amcalar, buluğ çağına girmemiş kız çocuklarının erkek çocuklarının hayatlarını karartıyorlar bir kaç cinsi hamle ile, ya da insanlar birbirlerinin yüzlerine gülerken arkalarından etmedik laf, çevirmedik entrika bırakmıyorlar. Kadehler bu arada tokuşturuluyor, çınlamalar, tınlamalar gırla gidiyor. Çınlama da tınlama da güven taşımıyor.


Şarap kadehlerinin çınlamasını da normal bardağın çınlamasını da çok sevdim. Ayran içerken bile bazen bardağımı tokuşturasım gelir karşımdaki ile. Bazen tokuşturur bazen de yakışık almayacağı için içimden tokuştururum, kimse görmez. Bardaklar bir yana şarap kadehleri bir yana, kadehlerin sesi daha güzel. Bir kere çınladığı ile kalmıyor, dikkatle dinlerseniz çınlamanın titreşimi bardağı bir müddet dalgalandırmaya devam ediyor.


Masamda bir kadeh olduğu vakit, kadehin içindeki ne olursa olsun, bir müddet sonra içimden sağ elimin işaret parmağını kadehin içindeki sıvıya sokup bardağın kenarına sürerek bardağın kenarlarını iyice ıslatmak geliyor. Kenar iyice ıslandığında, parmağınızı da hala ıslak tutabildiyseniz bardaktan bir süre sonra melodik bir ses yükselmeye başlar. Başlarda biraz sabırlı olmak lazım anlamlı bir ses çıkarmak için. Tekniğini kaptıktan sonra parmağınızın kadehin kenarında dört ya da beşinci turunda sesleri duymaya başlarsınız. Korkmayın eğer bir restoran, kafe ya da bardaysanız sesin nereden geldiğini kolay anlaşılmaz.


Geçenlerde gayri ihtiyari kadehimi öttürmeye başladığımda yeni tanıştığım iki arkadaşımın çocuklar gibi sevinip benim yaptığımın aynısını kendi kadehlerine yapmaya çalışmaları ve başardıklarındaki sevinçleri görülecek manzaraydı.


Kadehin içindeki sıvı seviyesini arttırıp azaltarak farklı notalarda sesler çıkarmak mümkün, biraz pratikle bir melodiyi bir kaç bardak yardımı ile çalabilrisiniz de. Ben şimdilik o kadar abartmadım. Ancak bardaklardan çıkan seslerden keyif alan insanlar olduğunu bilmek de güzel.

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Ben Oraya Gitmedim Be Abi!! - 2

Ben öyle yerlere gitmedim ama öyle bir yere gittim ki aklım şaştı.

Sıradan bir gündü, herhangi bir akşamüstü, Balçova'da bir yere bira içmeye girdik. İsmi Kalender olan bu barda, görünüm hayli ortaşarklıydı. Duvarda iskambil oynuyan köpek desenli bir halı bile asılıydı. Garsonlar ise kadındı. Sapsarı saçlı bir tanesi dikkat çekiyordu. Yeşil elbisesi hayli derin dekolteliydi. Adını koyamadığım bir sarı tonundaki duvar kağıtları yer yer yırtılmıştı. Yerler halıfleks kaplıydı, ama halının rengi belli değildi. Üzerinden bir çok yıl ve bir çok sarhoş adam geçmiş olmalıydı. Garsonu görüp şaşırmaya kalmadan garson masaya geldi. Bize;
-"Ne söyliyeyim size canım" dedi.
Arkadaşlardan biri fırsatı kaçırmadı.
-"Peçeteye yazıp veririz size istek şarkılarımızı" dedi.
Dipleri siyah uçları sarı saçlı kız bir an yüzünü sallandırdı ve derhal rota değiştirip yüzüne sahte bir gülücük yerleştirdi;
-"Yok canım ya, ne içiceksiniz onu deyin" lafını sakız olarak suratımıza patlattı.
Biraları söyledik. Masaya hizmet eden erkek garson bize içkileri bırakınca tekrar yanaştı. Demek barda bir iş bölümü vardı.
-"Bana da içki söylemek ister misiniz?"
Henüz raconu bilmiyorduk. "Hayır" derken parmakları göğüs dekoltesinin sınırlarında tatlı bir kaşıntıyı kovalamak ister gibi geziniyordu. Aynada çalışılmış gizemsiz bir davetkarlık pozuna benziyordu daha çok.

Az sonra bizimle içki içmek isteyen kadının mekanın patronu görünümlü bir adamla tartıştığını gördük. Adam kadından zorla bir şeyler istiyor kadın da istemem manasında başıyla gözüyle işaret ediyor ağzıyla laf yetiştiriyordu. Anlaşılan patron kadının yanımızdaki masada tek başına alkol duvarını aşmakta olan adama konsomasyon yapmasını istiyor, kadın elinden geldiği kadar itirazı sürdürüyordu. Sonunda patron galip geldi. kadın konsomasyona yan masaya seyirtirken; "Bu defa kusarsa ben temizlemem" diye tavrını peşinen belirtti. Bu laf bizi kahkahalara boğdu. Kız kahkahalarımızı duyunca bize çemkirdi "Pintilik ettiniz bir bira söylemediniz sizin yüzünüzden bu sarhoşun kahrını çekeceğim şimdi bilmiş olun". Bu laf o an için gülünmeyecek gibi değildi.

Kızın masaya oturmasıyla erkek garsona "En pahalısını getir İsmayil abine, Sülüman" diye bağırması bir oldu. İçmekten gözleri kızarmış, neredeyse sızmak üzere olan adamla kadehleri tokuşturdular. Adam rakıcıydı. Beş dakika geçmedi adam alnını masaya dayadı. Kadın çığlık atıp masadan kalktı. Adam alnı masada, bacaklarının arasında halıya istifra etmeye başladı. İçtiği rakılar ve patlıcan ezmelerinin halıya dökülen hali o an iştahımızı tıkadı. Hesabı isterken, kadıncağız flöresan ışıklı buzdolabının arkasında patrona "Allah belamı versin ben temizlemem n'aparsanız yapın" diye söyleniyordu.


(Devamı var)

23 Temmuz 2009 Perşembe

Ben Oraya Gitmedim Be Abi!! - 1

Şu aralar bir pavyon muhabbetidir gidiyor. Gazeteler Sibel Can Hanımefendi'nin, Uğur Yücel'in son filmi "Ejder Kapanı"nda ki pavyon kadını rolünü "istemeye istemeye" reddettiğini yazıyor. Tam boşanma arifesindeyken hâlkın karşısına yanlış intibalar uyandıracak bir rolle arzı endam etmek istemiyor anlaşılan. Halkın aklı pek almıyor da rol ile gerçeği karıştırıyordu sanki, ya da boşanma kararını da halk verecekti sanıyordu sanatçı. Demek ki pavyonda çalışan bir kadın kılığına girmek bu bir rol de olsa Sibel Can için hassas bir konuydu, imajının sarsılmasını istemiyordu.

Yine geçtiğimiz günlerde; Cem Yılmaz'ın pavyonda yakalandığına dair bir başlık gözüme çarptı. Kaçarken mi yakalandı, gizleniyor muydu orasına anlam veremedim, espri niteliğindeydi sanırım. Sabırla bir miktar okuyunca sıradan bir basılma olayı olmadığı Uğur Yücel ile birlikte AKsaray'da Şikago Pavyon'da yeni çekecekleri film için mekân incelemesi yaptıkları intibaı uyanıyordu. Basın genelde; "uydur, uydur, yaz" veya "yazarken uydur" mantığı ile icraatte bulunduğu için yazılanlara inanıp inanmamak okurun insafına kalmış. Uyduranın uydururken ne kadar insafa geldiğini bilmediğimiz halde, yazılanlara inanıp ne hafifinden "vay be" tepkisini veren insanlar olduğunu biliyoruz.

Bir gazete haberinde revü kızlarının yarım saatlik dans gösterisi için anlaştıkları pavyonun sahibi, gösteri sonrasında sabaha kadar konsomasyon hizmeti de vermelerini isteyince şaşkına döndükleri haberini okumuştum bir ara.
Türk filmlerine bakacak olursak, eskilerinde de yenilerinde de pavyona düşmenin hayatta düşülebilecek en kötü mertebe olduğunu görüyoruz.
Seneler önce mahallemizdeki bir apartmana genç kız denebilecek kadar genç bir kadın ve ellili yaşlardaki kocası taşınınca, bu garip çiftin sırrını çözmek mahalle halkı için ölüm kalım meselesi kadar önemli hale geldi. Kısa süre sonra kadının şehrin ücra köşesindeki, mezbeleyi andıran pavyonda dansözlük yapmakta olduğu ortaya çıkınca apartman sakinlerine o çift ile aynı çatı altında yaşamayı kabullenmek zûl geldi. Çift apar topar bir gece karanlığında mahallemizden taşınıp gitti. Taşra da tutuculuk başkalarının hayatına karışmayı da gerektiriyor ne de olsa.
Çocuklukta ve onu takip eden dönemde İzmir Fuarındaki pavyonlara gitmek biz egeliler için vazgeçilmesi güç ve çok önemli aktivitelerdi. Her bir pavyona gider o ülke veya şirket ile ilgili ne kadar broşür varsa toplar, tomar tomar broşür ile evimize dönerdik.
Nedir pavyon? Gitmedim bilmiyorum. Üniversite yıllarımda, Alsancak'tan Konağa doğru yğrüken ikinci Kordon'da yolun sol tarafında bir pavyon vardı önünden her geçişte arkadaşlarla abartılı biçimde durup revü kızlarının adeta birer akrobat edası ile vermiş oldukları birbirinden farklı pozları incelerdik bir grup arkadaş.
Pavyona gitmedim ama pavyonu andıran bir kaç birahanede bulundum orada çalışan kızların, müşterilerin halleri de müşteriler ile yaşadıkları diyaloglar da içler acısıdır.

22 Temmuz 2009 Çarşamba

Kitaplar

Okumayı istediğim kitaplarla ilgili bir mim almıştım aylar, mevsimler önce, hatta teknik olarak üzerinden sene bile geçti sayılabilir. Mim kimden geldi onu malesef hatırlamıyorum yine de o günden beri kafamım içinde “yaz yaz yaz” diyen bir Mor ve Ötesi kavırlanıp duruyor. Okumayı Çok istediğim 10 kitap diye bir liste yapmak için kıvranıyorum aylardır.
Okumayı istediğim kitap var elbette, hem de bir sürü. Okumayı istediğim kitapları bir güzel gidip de satın almışım üstelik. Şu mimi zamanında yazmamakla vicdanıma azap çektirdiğimden midir nedir, neyi okumayı istedim de okuyamadım diye düşündüysem soluğu kütaplığık raflarının arka sıralarına erişmek için ön sıradakileri halıların üzerine indirir buluyorum kendimi. Gitmişim, paracıkları bayılmışım, okumak istediğim kitapları satın alıp raflara dizmişim. Yetmemiş ön sıraya bir dizi kitap daha dizmişim. Zavallıcıkların, okunmamaktan sayfaları bile sararmış, solmuş. Kimisinin sararıp solacağını ön görmüşçesine naylonundan çıkarmamışım. Bildiniz bir ara bazı yayınevleri naylonayıp da satardı kitapları, kokusu kaçmasın diye olabilir, sararıp solmasın diye de olabilir. Naylonundan çıkardıklarımın hepsi hem sararmış hem de yeni kitap kokusu kalmamış Demek ki naylonundan çıkarsanız da çıkarmasanız da eskiyor kitap. İşte tam bu noktada dağıttığım konuyu toparlayıveriyorum. Okumayı istediğim; kimi zamansızlıktan kimi okumaya uygun haleti ruhiye de olmamdan kaynaklanarak raflara dizilmiş zavallılarım şunlar:
1 - Yukio Mishima - Bereket Denizi Dörtlemesi:
Bahar Karları,
Kaçak Atlar,
Şafak Tapınağı,
Meleğin Çürüyüşü.
İlkini büyük bir zevkle okuyup, ikincisini yarılamışken bir arkadaşıma önermiştim. Onun tutklu biçimde ve yarışırcasına okuması ile geri kalanından soğuyup kenara bıraktığım bir seri aklıma geldikçe tamamını okumadığım içi üzülürüm.
2 - Lawrence Durrel - Avignon Beşlisi:
Monsieur,
Livia,
Constance,
Sebastian,
Quinx.
3 - Lawrence Durrel - İskenderiye Dörtlüsü:
Justine,
Balthazar,
Mountolive,
Clea.
Toplam dokuz cilt sıkı bir vakit ayırmam gerekiyor L. Durrell'a
4 - James Joyce - Ulysses
Kaç kere başlayıp ilk sayfalarda hızım kesildi. Daha dursun.
5 - Marcel Proust - Kayıp Zamanın İzinde;
Swann'ların Tarafı,
Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde,
Guermantes Tarafı,
Sodom ve Gomorra,
Mahpus,
Albertine Kayıp,
Yakalanan Zaman,
Bunları da öğle tatillerinde gidip teker teker aldım ve kenara koydum Dur bakalım ne zaman okumak isteyeceğim.
6 - Orhan Pamuk - Cevdet Bey ve Oğulları
7 - Orhan Pamuk - Benim Adım Kırmızı
8 - Orhan Pamuk - Yeni Hayat
Yeni Hayat'ı yarıda bırakanlardanım. Bıraktığım gibi kaldı. "Cevdet Bey"i ilk aldığımdan beri bir türlü elim erip de okuyamadım. "..Kırmızı"yı ise okuma zamanım gelmedi daha.
Bir de daha önce okuduğum halde yeniden okumak istediğim kitaplar var:
1 - John Fowles - Büyücü
Bı kitabı okumaktan asla bıkmayacağımı biliyorum bir kaç yılda bir geriye dönüp okuyorum. Zamanı geldi gibi.
2 - Mervyn Peake - Gormenghast:
Titus Groan,
Gormenghast,
Titus Tek Başına.
İnanılmaz tasvirlerle dolu bir gotik, fantastik kitap, kitaba adını veren şatodaki garip kişiler arasında geçen bir dizi garip olay. Mizah yönü kuvvetli, her bir kelimesi özenle seçilmiş, içine girmesi zaman alan aman bir kez girince de çıkması zor bir dünya. Bunu tekrar okuyacak zamanı kesinlikle yaratmam lazım. Gormenghast ve yazarı hakkında özenle yazılmış bir incelemeyi şu blogda bulabilirsiniz.
3 - Jeanette Winterson - Tutku
4 - Jeanette Winterson - Vişnenin Cinsiyeti
Her ikisi de Pınar Kür'ün yetkin çevirisi ile tam bir edebiyat şöleni ikisini de en kısa zamanda okumam lazım.
5 - Arturo Pérez Reverte - Dumas Klübü
Raflarda gezerken elime ilişti seneler önce okuyup unutmuştum. Ninth Gate ismi ile Roman Polanski tarafından sinemaya uyarlanıp orijinalindeki Üç Silahşörler, İncil ile değiştirilmiş olsa da ilginç bir uyarlama olarak hafızamda yer etmişti. Bunu hemen okumam lazım. Bu kitaptan bir cümleyi alıntıyor, "her sayfa bize geçmişten bir günü anımsatıyor, o gün yaşanan heyecanları yeniden yaşatıyor bize" ve onu okumaya gidiyorum.
Hoşçakalın.



21 Temmuz 2009 Salı

Bilir Kişiler, En İyisini Bilirler

Bu ülkede genç bir kız tecavüze uğradığında, tecavüzün onun ruhunda nasıl derin yaralar açtığına ve bu olayın onu nasıl sarstığına dair konuyu iyi bilen kişileri ikna etmesi gerekiyor.

Diyelim tecavüze uğradığınız, birisinin teninizi kullanıp vahşice orgazma ulaştığı, insanlık dışı o anı size yaşatmasından ötürü kırılıp, örselendiğiniz, insanlara güveninizin sarsıldığına dair diğer insanları ikna etmeniz çok güç. Değil mi ki genç bir kızın, vücudu yaşlı bir erkeğin zevk objesine dönüştürüldüğünde bilirkişiler bile kızın geçirtdiği psikolojik travmaya dair fikir sahibi olmakta zorlanıyorlar. Sonradan heyetler oluşturuluyor, bilirkişilerin biri gidiyor biri geliyor. Perişan hali o genç kızın bilirkişilerin ancak üçte birini ikna edebiliyor.

Size ait bir alana bir yabancının izniniz olmadan girmesi, sizin olana eliniz uzatmasının sizi etkilememesi bekleniyor sizlerden.

Çok adi bir cümle vardır onu kullanacağım: "Tecavüz kaçınılmazsa zevk almaya bakın". Bu ülkede bu cümle sıklıkla kullanılıp, her bir kullanışışında sanki çok zeki bir kelam duymuşçasına nüfusun bir bölümü kahkahalarla gülüyorsa, ey ileride tecavüze uğrayacak olan türk genci, türk kadını, türk erkeği, hiç şansınız yok. Bu denli adi bir lafa gülüyorlarsa eğer vardır bir sebebi.



Tatil Vakti

Neredeyse 140 gündür devam eden aleniyet kazanmış bir muamma var: Bir aile, en değerli varlıkları olan kızlarından en acı biçimde ayrı kalmış.


Ortalama türk ailesi evinde bir karpuzu bile kesmeden önce ve sonra mutfaktaki bankonun üzeri silinirken. Ya da daha titizlik gösterip, karpuz bir tepsi içinde kesilirken, adli tıp çalışanları otopsi yapacakları bedene bir başka cansız bedenden sperm bulaştırıyorlar.


Çok yetkili bir ağız, bir konuşmasında, "evladını kendi haline bırakırsan ya davulcuya gider ya zurnacıya" benzeri bir laf ediyor. Bu konuşmadaki evladın failleri külliyen belli cinayetin kurbanı olmamasını kesinlikle dilerdim.

Güpegündüz, İstiklal Caddesi'nde bir adamı ekmek bıçağı ile öldürüyorlar. Yanından geçenler istiflerini bozmadan telefonla konuşmaya devam ediyor. Faiileri yine külliyen belli. Bu durumun tekrarlanmaması için alınan bir önleme rastlamak ise mümkün değil.

Şu sıra dumanaltı olmaya savaş açtık.

Artık korkutucu biçimde sıklık kazanmış cinayetlerde suçlular belli: Kurbanlar. Kendilerini öldürtmeselerdi. Sen git, gündüzün hiçbir can güvenliğinin olmadığı merkezi bir caddede gez, sonra öl, iş aç başımıza. Anan baban salsın seni sokağa. Git öl. Kafanı kessinler, ailen de adalet arasın gereksiz yere. Salmasaydınız kızı sokağa, çıkmasaydınız sokağa. Otursaydınız oturduğunuz yerde.

Malesef başınıza bir şey geldiğinde sizi koruyabilecek mekanizmalar çalışmıyor.

Adli tatil başladı başlayacak. Hepimize hayırlı olsun.

16 Temmuz 2009 Perşembe

Dört Dinledim, İki Okudum, İki Öğrendim, Bir Baktım, Sonra Bir de Baktım...

Patricia Kaas - Kabaret, Fransız sanatçının her albümüne hayran kitlenin de sıradan bir müzik dinleyicisinin de mutlaka edinmesi gereken bir albüm. 1930'lu yıllara ithaf edilmiş gibi duran ancak çağdaş sesleri de içinde barındıran bir Kaas şaheseri daha denilebilir. Mutlaka dinlenilmeli, günlerdir dinliyor dinlemeye doymuyorum.


Nilüfer - Hayal, 2005 yılında çıkardığı albümde sırtında yıllardır taşıdığı safralardan üstelik ağırlığını kendi bestelerinin oluşturduğu bir albüm ile kurtulan sanatçı 2009 yılında yeni bir albümü tamamladı. Bu çalışmanın ilk habercisi geçtiğimiz yıl yaz aylarında satışa sunulan "Sen beni tanımamışsın" singılı idi. Singıl yoldaki albümün en kırıcı olmayan ifade ile vasat bir çalışma olacağının sinyallerini vermişti zaten. Sinyallere kulak verenler yanılmamış oluyor güzel bir ses, güzel orkestra, güzel şarkılar ama sanırım ya tuzu ya da biberine denk gelecek bir takım tınılarda noksanlık var ki, albüm vasat olmaktan kurtulamayacak.


Fresh, Hüseyin Karadayı - Bu adamın son iki albümünü zevkle dinlemiştim. İyi bir albüm yapmış yine, sıradan bir Dj albümü değil özellikle açılışı yapan sevilen bir Sezen Aksu şarkısı olan "Geri dön"ün capcanlı bir Betül Demir yorumu albüme hızlı bir biçimde dalıyor ve sonuna kadar da ilgiyi azaltmadan kulak kabartıyoruz. Adı gibi Fresh bir albüm, yaz cıstaklaması için ideal.


The Unthinkable - Amanda Ripley, Bloglarından tanıdığım kimselerin hangi türde olursa olsun bir eser vermesi hoşuma gidiyor, orta şarklılık işte kendime bir pay çıkarıyor için için gurur duyurum. Amanda, felaketler karşısında insan davranışını incelemiş, nedensiz gelen bir çok insan davranışının altında yatan sebepleri sırasıyla incelemiş. Soğukkanlılığı korumanın genellikle hayat kurtardığı konusunda iç güdüsel olduğunu sandığım ani olaylar karşısındaki bazı soğuk ve mesafeli davranışlarımın bana ve çevremdekilere kısa vadeli zararlar getirme riskinin az olduğunu öğrenme şansına kavuştum. Çılgın kalabalıklardan uzak duralım, ne olur ne olmaz.


Sıfır Km. - Albüm, Levent Yüksel yanına Volkan Öktem ve Ant Şimşek'i alarak Sıfır km isimli grubu kurdu ve şimdi de "Albüm"lerini çıkardılar. Dokuz şarkılık çalışmada üç de tanıdık melodi var, biri Yas, biri Med-Cezir, öbürü de Zalim. İyi eserler hoş eserler de tekrar dinlemenin ne gereği vardı bunc yıldan sonra. Hoş bir rock çalışması olmuş, dinlenilse de olur dinlenilmese de.


Uygarlığı değişiren yüz kedi - Sam Stall, Blog arkadaşlarım yine. Aylardır kitapçıda elimi atıp da jelatinlerini aralayıp içeriğine bakamadığım için bir türlü satın alamadığım kitap, kedi gibi bir sürpriz yaparak ellerime düşünce nasıl sevindiğimi anlatamam. Benim gibi bir kedi severin bir solukta bitirmemesi imkansız bir kitap. Kedilerin düşleri, becerileri ve haylazlıklarına hayran her kediseverin okuması gerekli.


Gazetelerin bilim köşelerinden edindiğim bilgiye göre; kediler sabahları acıklı mırıldamalar çıkartarak sahiplerini yataktan kaldırabilme konusunda çalar saatlerden daha etkiliymişler. Gördüğünüz gibi gazetelerin bilim sayfalarından gözlerini ayıramayan bir blogger mizacım var ki akıllara sezadır kendisi. Kedi sahibi sıradan bir insan sabahın körü oldu muydu, bebek gibi inildeyen kediye mama verdiğinde vicdan azabı çekmekten kurtulabiliyormuş. Ben de bir tek benim kediler özel sanıyordum. Kediler sahiplerine bir sabah olsun sabah keyfi yaptırtmamaklari ile bilimsel araştırmalara konu olmuşlar haberim yokmuş. Benimkiler sağolsunlar beni kahvaltı için değil de balkon sefası için kaldırıyorlar en değerli sabahın köründeki uykularımdan. Beyaz kedi yazları balkonda iki tur atmadıkça susmuyor. O ne miyavlamadır, anlatmam, anlatamam. Tarifi mümkün değil. Kalkıp açıyorum balkonun kapısını yeter ki sussun. Susuyor. Bende uyku neyin kalmıyor.

Öğrendiğime göre İngiltere'de ilk ve orta öğretim seviyesindeki sınıflarda uyumsuzluk gösterip antisosyal davranan ve huzursuzluk çıkaran öğrencilerden ötürü öğretmenler velileri dava edebilecekler. Hakimler de aileleri ebeveynlik kursuna gönderebileceklermiş. Hımm ne güzel. Darısı başımıza. Böylelikle çocuklara hak ettikleri ilgi zorla da olsa gösterilebilecek demek ki. Çalışan ailede çocuk olmak bazen zor zenaat.


Bir baktım, pazar günü otobüs durağında yaşlı bir adam, hasır şapkası, tiril tiril gömleği, kıravatı, ütülü pantolonu, sandaletleri ve çorapları ile oturmuş otobüs bekliyor. Çok huzurlu bakıyordu. Durakta oturduğu bankın yanında bir ayakkabı reklamı, koskocaman ayakkabı resmi. Resmin yanında oturmuş adamcağızın fotoğrafını çekmek isterdim yanımda makine olmadığı için hayıflandım sonradan.


Bir de baktım, evlenmeler gırla bu ara. Evleneceği kadını eski erkek arkadaşlarından kıskananları ve "görüşme onunla diyorum sana"ları hiç anlamadım. Anlam veremedim. Hastalıklı buldum, uzakta durdum ki maksat bana da bulaşmasın. Sen şimdi evli barklı çoluklu çocuklu adamken git başkası ile ilişki yaşa, sonra da cümle alemi yıllarca ıkındırıp sıkındırıp eninde sonunda kararını ver ve yuvanı yık, ardından evlenmeye kalk. Sonra da evleneceğim diye yıllarca sustalı maymun ettiğin kadına ültimatom çek; "yapma", "etme", "cart" ve bilhassa "curt" diye vızıkla zıpzıpzıplayan yer cüceleri gibi. O da harfiyen uysun yasaklamalarına. Eşeklik serde olunca semer giydirecek kimse bulunur elbette. Komiksiniz vesselam. Peki konuşmuyorum, hiç işim olmaz fırtınalı ihtiras bozmalarınızla. N'aparsanız yapın. Gidin mutlu olun, üreyin falan.

15 Temmuz 2009 Çarşamba

Yasaklasak da Saklasak?

Temmuz ayının ondokuzu itibariyle sigara içmeyen cümle vatandaş dumanaltı olmaktan kurtuldu diyelim, neden bu yasak? Çok zararlı olduğu için sigara içilmemesi gerekiyorsa üretimi hepten kesilsin, olsun bitsin. Kimse içmesin. Herkes çok sağlıklı olsun. Ülkenin batısına gidildikçe uygulanabilirliği artan bir yasaklama türü ise, yasağın uygulanabildiği yerlerde yaşayan tiryakilerin günahı ne? Kapalı yerde, ulaşım araçlarında yoğun tüketim olduğunda saç köklerine, iç çamaşırlarına kadar tütün kokusu sinmesine neden olunabiliyordu. Ortak, kapalı paylaşım alanlarında böyle bir yasaklama olması herkesi kötü kokulardan arındırdığı gibi, içmeyen insanların pasif içici olmalarının önüne geçti.

Şimdi, hastane önlerinde bekleşip deva bulamayan vatandaşların derdine, orta öğretim çağlarındaki nüfusun uyuşturucu satıcılarının doğrudan temasına, trafikte başkalarının diğerlerinden üç saniye öne geçmesi hırslarının önüne geçtik de sıra buna mı gelmişti?

İlk sigaramı beş yaşımda iken içmiştim. Orta okulda teneffüslerde deniz kenarına bir koşu gider, soğukta titreye titreye birbirimizden sigara otlanırdık. Üniversitede günde iki paket sigarayı zorlamaya başladığımda bunun kötü bir alışkanlık olduğuna karar verip, ikinci sınıfı bitiriken bu alışkanlığa veda ettim.Alışkanlığa veda ettim ama nadiren, binde bir diyelim, içkili muhabbet sofralarında bir sigara, ya da farklı aromalara sahip sigarlardan içerken ona da üç sene kadar önce son verdim. Sigara dumanlı bir ortamda bulunduysam eve dönünce ilk işim duş alıp üzerimden çıkanları çamaşır makinesine derhal tıkıştırmak oluyor iken, sigara içme alışkanlığı kalmamış biri olarak, sigarasız hayatın bana getirdiği bir takım avantajlar var, bunu kabul ediyorum. Ancak sigara içenler açısından düşününce bu yasak içime sinmiyor.

Bu yasaklamadan sonra alkol tüketimi ile ilgili yasak gelecek mi sizce? Kalabalık içinde saçlarınızı göstermek yasaklanacak mı?

Bu kapağın altında ne var?

Sözlerimi Geri Alamam

Hoşumuza gitsin ya da gitmesin... başka ülkenin iç işlerine karışmak sayılacak bir laf edildiğinde, o ülke de bu sözlerin geri alınmasını istiyor. Bu ciddi bir şey. Şimdi üç seçenek var, ya sözler geri alınacak, ya alınmayacak ya da büyük bir ihtimalle "öyle demedik böyle dedik, çinli oldukları için yanlış anlamışlardır nerden bilsinler, zira çin alfabesiyle yazabilen çin medyası çok çarpıtmıştır" denilecek. Ama Çin bunu kabul etmeyecek, kesinlikle kesin bir ciddiyet arayacak karşısında.

Bir de adeta soykırım ne demek?

Bulutsuzluk Özlemi'nin şu şarkısı dolandı dilime gecenin şu saatinde....

Sözlerimi geri alamam
Yazdığımı yeniden yazamam
Çaldığımı baştan çalamam
Bir daha geri dönemem
Akıyorsa gözyaşım kurumasın
Coşup seven gönlümse durmasın
Dost bildik anılarım çağırmasın
Hiçbir kere hayat bayram olmadı
Ya da
Bir nefes alışımız bayramdı
Ya da
Bir umuttu yaşatan insanı
Aldım elime sazımı
Yine aşınca çayın suyu boyumu
Belki yeniden
Karşıma çıkacaksın
Göz göze durup
Bakınca göreceğiz
Neyiz nerelerdeyiz
Bilemiyoruz
Şimdi


Konu ile alakasız ama Yüzüklerin Efendisi'ni biz çalsak, filmini çevirsek Gandalf'ın parmakları, kolları, gerdanı her yanı dizi dizi yüzük, bikezik ne varsa dolmaz mıydı? Zengin gösterirdi en azından.

14 Temmuz 2009 Salı

Gözü Kapalı

Kimi insanlar görmek kimisi de görmemek için çaba gösterir. Kimisi uzaklara bakmaktan burnunun dibinde olan biteni görmez. Ben fena halde terazi burcu bir insan olarak mesela, milyonlarca olay hakkında fikir yürütebilirken yakın menzilde olanlara karşı resmen kör kalabilirim. Farkederim elbette sonunda ama, sonunda kelimesinde gizli bu farketmenin ne denli yetersiz ve geç kalmış olduğu.

Beni etkileyen bir görmeme bir kitaptaydı. Siri Hudsvedt'in bizde Can Yayınları'ndan çıkan kitabı "Gözbağının Ardında" parası karşılığında; görmediği halde görmeye, yorumlamaya çalışan bir kadının öyküsü imiş gibi yaparak bizi öyküsünün içine alıyordu. Kadın gözleri bağlanmış biçimde, sadece dokunup, koklayabildiği nesnelerin anlattıklarını keşfetmeye çalışıyor, hayal gücünün tuzaklarından ziyade gerçeğin tuzaklarında menzil kaybediyordu. Hayat da böyle aslında herkesin baktığı aynı şey, herkes farklı bir şey gördüğünü zannediyor.
Kadınlar meselelerin ve insanların özünü daha hızlı görebilme konusunda erkeklerden daha maharetli. Kadınlar istemedikçe kolay aldanmıyorlar. Ya da istediklerinde görmemezlikten gelebiliyorlar. Erkekler detayları ıskalıyorlar. Yok yanlış oldu erkekler önemsiz detaylarda takılıp daha çok vakit kaybediyorlar.
Olayları hepimiz ayrı pencereden seyrediyoruz, boşlukları zihnimiz dolduruyor. Bazen görmemek, görmekten daha iyi, görmediğinizde doldurulamayacak boşluklarınız oluyor.


10 Temmuz 2009 Cuma

Ruhuma Belki, Elbiselerime Asla

Şehir şehirlikten çıktı ya… 2006 Nisan ayında başlamış olup da hala hiçbir ilerleme kaydedememiş metronun yer üstünden Aliağa istikametine uzanan bölümünün paralelinden her geçişte basıyorum okkalı küfürleri. Yazıktır, günahtır. İyi kötü işleyen bir banliyö treni, şehirlerarası yolcu ve yük trenlerinin vızır vızır işlediği bir hattı kapattınız. Yerine yeni bir şey koyamadınız.

Bugün tersimden kalktım sanırım. Güne metro küfürleri ile başlayıp Altınyol küfürleri ile devam ettim. Kentin başka bir eksiği kalmamış gibi altınyoldaki bariyerler yarı büyüklüğündeki bariyerlerle değiştirilip üzerine gri – evet gri hem de gıpgri – renkte demir parmaklıklar döşeniyor. Yaklaşık iki ayda bu parmaklıkların Turan-Soğukkuyu istikametine yerleştirilmesi eylemi sürüyordu aslında. Hatta iki hafta kadar önce yeni bitmiş parmaklıkların üzerin baş aşağı bir şahin ve yolun öbür tarafında şahnin motorunu görünce şaşırmıştım bile. “Bir araç baş aşağı biçimde o demirlerin üzerine nasıl konar ve motoru da nasıl düşer?” sorusunu kendime sorup sonra da cevap bulamamıştım. Çilemiz bitmemiş Altınyolu demirliyoruz bu ara. Hem de sabah sabah, insanlar işlerine giderken tam da işe gidilen saatte ve hangi akla - demiyeyim hangi zihniyete hizmetse – tam da Karşıyaka’dan Konağa gidilen istikamette bir şerit kapatarak, yani o saatte trafiğin en yoğun olduğu yönde bir şeriti kapatarak demir döşeniyor bu şehirde. Söylemeye gerek var mı? Aynı anda aksi istikamette in cin top oynuyor, yolun tenha tarafını demir döşemek için seçmemek ise mühendislik dehası mıdır, ilgisizlik midir, eşşŞşeklik midir kara vereceğim derken önümden giden arabanın ürküp aniden şerit değiştirmek istemesi üzerine bir başka kişiyi kalaylamaya başladım dağarcığımdan çıkmış en gün yüzü görmedik iltifatlar ile. Kanuni Sultan Süleyman’ın saz heyetinin zaman zaman kulaklarını çınlatıyorum böyle ama…. Kardeşim öyle mi şerit değiştirilir Altınyol’da?

Bu şehri yönetenler, orasını burasını mahvedenler bazen beni kahretse de ben İzmir’i sevmeye devam ediyorum. Arada küfürleri sıralayıp negatif yükü boşaltıyorum. Biliyorum bu şehir bana sahip olmuş olabilir, ruhuma da belki çoktan sahip oldu ama elbiselerime asla sahip olamaz. Onlar benim.

Elbise dedim de, erkek modasına ilişkin bazı hayal gücü sınırsız zibidinin dizayn ettiği ürünlerin resimleri hazırlıksız bir anda karşıma çıktığı zaman, onlara da sinirleniyorum. Öyle erkek giysisi var ki, giysiye bakanın aklından “Bunu giyen bir kadın mı yoksa erkek mi?” sorusunu geçirtiyor olması yetmez gibi giyen mankenin savunmaya çekilmiş vücut dili de;
“Bakışlarımla yer bitirir cümlenizi mahvederim”,
“yersiniz yumruğu”,
“Ben kız çocuğu değilim, annem bu elbiseyi zorla giydirtti”,
“Bakın duş perdesi boşa gitmesin diye içini gömlek yapmak da mümkün”,
“Müfettiş Cluesoe ölmedi bende vücuda geldi”,
“Beynimin içinde bir ses, sürekli sapıkça şeyler yapmamı telkin ediyor, şimdilik uymuyorum ona ama her an her şey olabilir”,
“Çok çişim var bu etekimsi şeyi çıkartamazsam salarım, karışmam”

Sinyallerini aralıksız yolluyor bakanlara. Bu saçma elbiseleri giyen erkek mankenlere de, bunların giydiği cümle giysiye de, bu elbiseleri dizayn edenlere de kılım zaten.

9 Temmuz 2009 Perşembe

Madam'ın Arabası, Bendenizin Önyargısı

İzmir'de bir müddettir olduk olmadık yerlerde ve saatlerde üzerinde Madam Burcu yazan bir limuzin görüyorum. Simsiyah camları kapalı, içinde kimlerin seyir halinde olduğuna dair dışındaki Madam Burcu yazısından başka ipucu yok. Arabayı gördükçe, "bu Madam çok faal biri olmalı" diye aklımdan geçiyor.

Madam'ın arabasını ilk gördüğümde aklıma seneler önce izlediğim "Madame Claude" isimli bir fransız filmi gelmişti ve yanımdaki arkadaşlara araba ile ilgili espri yapmıştım. "Vay be" demiştim "Evlere kadar servis başlamış anlaşılan".

Madame Claude, Paris'li lüks bir fahişenin hayat öyküsünden uyarlanmış bir filmdi. Kadın mesleğinin en alt seviyesinden en üst düzeylerine kadar tırmanarak bir çok skandalın mimarı olmuştu. Böyle olması doğaldı, müdavimleri arasında üst düzey politkacılar da, kadın veya erkek sanatçılar da vardı. Mesleğinde klasman değiştirmek istediği vakit Madame Claude'a patronu "iş saatlerinde asla zevk almamalı, profesyonelliğini kaybetmemelisin" demişti. O sözleri işittiği andan itibaren müşteri tatmini Madam Claude'un öncelikleri arasında ilk sıraya yerleşti ve çıktığı basamaklarda fazla zaman kaybetmeden namı ile zirveye çıkmayı başardı. Sonra skandallar geldi ama kendisi müşteri önceliklerini asla ikinci plana itmedi.

Madam Burcu muammalı bir limuzindi, arkadaşlarım arasında da bu konuda malumatı olan fazla kimse yoktu. Konuyu unuttum gitti - ta ki bir gün eski halin oradan geçip, Yeni Garaj'a gidinceye kadar. Stadyumun önünde, ışıklarda durduğumda kavşağın hemen ilerisinde, sağdaki bir binanın cephesini kaplayan tabelayı görünceye kadar. Koskocaman cephe krem renkli pullarla kaplıydı, tam ortasında yine pullarla, penbe renkte "Madam Burcu" yazılıydı. Tabelanın puları rüzgarda kıpır kıpır oynuyordu. Hatta belki de yakınında durduğunuzda pullar evcil bir zil gibi sesler çıkartıyordu. Madam'ın markalaşma yolunda emin adımlarla yürüdüğüne dair günahını almadan geçmedim o an için.

Sonradan öğrendim Madam Burcu'nun sırrını. Kadın ve erkeklere nişan ve nikah giysileri hazırlayan bir moda eviymiş. Gelinliği oradan alan çifte de ülkemizin en pahalı limuzini olarak adlandırdıkları araç ile ücretsiz limuzin hizmeti verip bir güzel İzmir turu hediye ediyorlarmış. Ben de neler sanmıştım..

8 Temmuz 2009 Çarşamba

Hurafeler Diyarı: Masal Bu Ya

Bir varmış bir yokmuş bir zamanlar bir ülke varmış. O ülkede türlü türlü inanış varmış. Bu inanışlara uygun davranıldığı vakit kimselerin başına bir şeycikler gelmezmiş.


Yolculuk;
Biri yolculuğa çıkarken arkasından aynaya su serpilirse kazaya uğramazmış.

Biri gurbete giderken arkasından su dökülürse hem kazaya uğramaz, hem de gurbetten çabuk dönermiş. Böylelikle kimsecikler gereksiz yere hasret çekmezmiş.

Gece Hayatı;
Anladığım kadarı ile gece hayatı fazla renkli değilmiş. Çünkü; gece karanlığında ıslık çalınırsa şeytanlar başına toplanırmış. Hatta, gece ev süpürmenin fakirlik getireceğine inanılırmış.


İkili ilişkiler;
İnsanlar arası ilişkiler son derece net ve sade şekilde bağlandıkları kurallar üzerinden profesyonel bir biçimde biçimlendirilmiş. Bir kişi diğerine makası elden ele makasın bıçakları birbirinden açık olarak teslim ederse araları açılırmış. Bir kişi sabunu başka birine elden verirse, sabun acı olduğu için, acı olaylar görülürmüş veya iki kişi arasına düşmanlık girermiş. Bir kişi diğerine bıçağı elden ele verirse çok şiddetli kavga ederlermiş.

Sağ kulağın çınlamasının hayırlı bir şekilde anıldığına sol kulağın çınlamasının ise hayırsız bir şekilde anılıyor olmaya işaret ettiği düşünürlermiş.


Tarım, bir takım doğa olayları ve gürültülü felaketler ve bazı gürültülü sosyal faaliyetler;
Gök gürlerken buğday anbarlarına el ile vurulursa hasat çok olurmuş. Çeltik ekilen arazinin etrafı eşeğe binmiş bir kimse tarafından Kur’an-ı Kerim okunarak dolaşılırsa, o araziye dolu yağmazmış. Tarla veya bahçede bitkilerde hastalık görüldüğü vakit, tarla sahibinin güneş doğmadan önce, tarlasının etrafını koşarak tavaf etmesi gerekirmiş.Yağmur ve dolunun afete sebep olmadan çabuk dinmesini sağlamak için evin dışına demir parçası atılırmış.

Ay ve güneş tutulması esnasında Peygamberimiz namaz kılınmasını tavsiye ettiği halde bazı kimseler tarafından hurafeye çevrilip tutulma esnasında silah atılması çok yanlışmış.

Mutfak;
Soğan kabuğuna basılırsa fakirlik gelirmiş.

Zenginlik;
Cezveden kahve ya da su içilirse zengin olunurmuş. Sol avuçta kaşıntı olduğunda o eli önce kafaya sonra kalçaya sürterseniz piyangodan para kazanırmışsınız.

Talih, nazar;
Mavi gözlü olanlarla göz göze gelindiğinde nazar değeceğine inanılırmış. At nalı asılan yere nazar isabet etmezmiş.

Nazar değdiği vakit, işin ehli kimselere kurşun döktürtülmek suretiyle talihi zayıflamış insan nazarın tesirinden çıkartılırmış.

Yeni bir araba alındığında kesilen kurbanın kanını arabaya sürerlemiş ki kazasız belasız gitsin, seyir etsin.

Tuhaf şeyler;
Otururken ayak sallanırsa alacaklı kapıya gelirmiş.
Ayakkabılar ters dönerse şeytan üzerinde namaz kılarmış.

Evlilik;
Bir türlü evlenemediği düşünülen kimselerin bahtını açmak için evdeki bütün kilitlerin teker teker açılması ve açık bırakılması, bu işlemin de mutlaka cuma ezanı sırasında yapılması gerekirmiş.

Kişinin üzerinde düğmesi ya da söküğü dikiliyorsa kısmetinin kapanmaması için elbisesinin bir ucunu ısırması şartmış.

Evlilik imzası atılır atılmaz eşlerden hangisi diğerinin ayağına daha önce basarsa o evlikte onun sözü daha çok geçermiş.
Gerdek gecesinde erkek veya kadın, hangisi diğerinden daha önce uykuya dalarsa gün gelir o eşinden daha erken ölürmüş.

Bir erkekle bir kadın evlendiklerinde, zifaf gecesinde hangisi daha evvel diğerine tokat aşk ederse o evde onun sözü daha çok dinlenirmiş.

Gelin ve kaynana ilişkilerinin iyi olması, gelinin kaynanasının sözünden çıkmaması için gelinin ağzına bal çalınır ya da geline kapı eşiğine çivi çaktırtılırmış.

Yeni gelinin erkek çocuğu olsun diye kucağına sevsin diye erkek çocuk vermek gerekirmiş.

Doğum sonrasında anne ve bebeklerin geleceğini tayin etmek;
Loğusa kadının herhangi bir şeyden zarar görmemesi inancıyla bulunduğu yere süpürge soğan sarımsak asmak adettenmiş. Bebek doğduğunda kesilen kurbanın kanını çocuğun alnına sürerek gelecekte başına kötü bir şey gelmesine engel olurlarmış. Kırkı çıkmamış bebeğin tırnakları kesildiğinde o bebeğin hırsız olacağına inanılırmış.

Eğitim;
Çocuklar okurken, sınava girmeden önce anneleri pirinç tanelerini okur üfler çocuğunun cebine koyarmış, çocukta sınav öncesinde bu pirinçleri yutunca zihni açılır bütün doğru cevapları şıp diye bilirmiş.

Vatani görev;
Bir genç askere gitmek üzere evinden çıkmadan önce bir dilim ekmeğin yarısını yer, yarısını da geride bırakırsa, ekmek artığı onu çağıracağı için kazasız belasız uğramadan geriye dönermiş.

Hastalıklar;
Şifa için hastanın başında tuz gezdirmek, köz söndürmek, türbelerden getirilen topraklardan hastalara yedirmek veya suya karıştırıp içirmek gerekirmiş.

Ölüm ve Cenaze;
Gece sandık açmak, kendi mezarını açmak, yani ölümü çağırmakmış.

Kefen diken iğne kırılmalıymış, zira ölümü ve uğursuzluğu celbedermiş.

Cenazeyi alkışla uğurlamak hem yaygınmış hem de bunun uğursuzluk getireceğine inanılırmış.

Ölen kimsenin ruhunun eve cenazeden sonra geri gelmesi için yedi gün boyunca sürekli ışıkları açık tutmak gerekliymiş.

Cenaze olduğunda dolu olan su kapları boşaltılarak, cenaze kaldırıldıktan sonra onları tekrar doldurmak adetmiş.

Cenaze çıkan ev ile çevresindeki evlerin suları dökülmesi gerekiyormuş, çünkü Azrail kılıcını o sularda yıkardığı için sular pislenir ve içilmez olurmuş. Cenaze evinde pişen yemeklere azrail kılıcını batırır inancıyla cenaze evinde yemek pişirmemek ve pişmiş olan yemekleri dökmek adetmiş.

Öbür dünya;
Nar taneleri yere düşürülmeden yenilirse cennete girilirmiş.

Bütün bunlar çok garipmiş ama hep böyle olageldiği için insanlar bu durumu yadırgamaz dün anne babalarının inandıklarına artık kendileri inanmaya devam edip giderlermiş.

6 Temmuz 2009 Pazartesi

Bir Misafirim Var

Yan tarafta "yüzler" başlığı altında yer alan ilgiyle okuduğum bloglar var, yaşanmış olaylara dayananları merakla izliyorum. Türkçe olanları ayrı bir zevkle okurken kaçırmamaya çalıştığım bazı İngilizce bloglar da var. Riley'in anısına sürdürülen blogu kısaca tanıtmıştım daha önce. Sıra epeydir izlediğim Joe'nun bloguna geldi. Nomadic View, bir sürgünün bakış açısıyla, ülkemize dair izlenimleri anlattığı gibi kendisine ait bazı hikayeleri de bizlerle paylaşıyor. Closure isimli hikayesi beni çok etkilemişti. Başlığı "bitiş" olarak çevirdim. Kapanış olarak da düşünülebilir, bir savaşın bitişi olarak da, bir şeylerin sonuca bağlanması da. Sonuçsuz kalan bu öyküye savaş ile olan ilişkisinden dolayı ben bitiş demeyi uygun gördüm. Kendi izni ile çevirisini ve aslını bloguma alıyorum.

BİTİŞ

Annemle babam, bana onlardan fazla uzakta olmayan bir mesafede yaşamış dul bir kadınla ilgili tuhaf bir yöresel hikaye anlatırlardı. Olay İkinci Dünya Savaşı’nın bittiği yılda cereyan etmişti. Dul kadının oğlu, Arkansas’taki bir çok çiftçinin evladı gibi, Avrupa’ya savaşmaya gitmişti. Merak uyandıran öyküler ve savaştaki gündelik olayların dökümünü içeren mektupları endişe içinde bekleyen anneye şaşmaz biçimde, bir mucize gibi birkaç haftada bir geliyordu. Bir gün, mektupların arkası kesildi. Bunu haftalar süren bir sessizlik izledi, ve ardından annesinin en korktuğu, Birleşik Devletler Ordusu’nun mektubu geldi. Daktilo ile yazılmış resmi mektup, zalim bir biçimde, oğlunun İtalya’da bir yerlerde, kayıtlara geçmemiş bir çarpışmada şehit düştüğünü açıklıyordu. Görünen oydu ki, ölümünün gerçekleştiği andaki koşullar nedeni ile oğlundan geriye kalanları evine gönderme olanağı yoktu.

Gayet doğaldır ki tek oğlu olduğu için kadın gelen haberle yıkıldı. Akrabaları, komşuları ve hep gittiği kilisenin cemaati onu teselli etmek için ellerinden geleni yaptılar.

Ancak, ölen evladından annenin posta kutusuna gelen yeni bir mektup küçük kasabadaki herkesi şaşırttı. Oğlunun mektubu ölmeden önce yazmış olduğuna ve mektubun postada geciktiğinin aşikâr olduğuna geniş ölçüde inanılınca ilk şok usulca atlatıldı. Ancak, mektupta annesinin ölmüş olduğuna dair haberleri dikkate almaması, bulunduğu yerde bir karışıklık olduğu, hala sağ ve salim olduğu ve zamanı geldiğinde her şeyi açıklayacağı yazılıydı. Aylar süren endişelerden sonra, oğlunun ölüm haberinin sarsıntısı ve kaybının verdiği keder ve ardından hepsinin bir hata olduğunu öğrenmek bir mucize gibi gelmiş olmalıydı.

Ama kaderin son bir oyunu ile anne kurtulan oğlunda başka bir haber alamadı. Haftalar, aylar oldu. Almanlar teslim oldu ve Avrupa’daki savaş sona erdi. Annem bir keresinde “Savaş biter bitmez, herkesin eve döneceğini sanıyorduk” demişti, “Elbette, düşündüğümüz gibi çıkmadı”. Yıllar geçti ve anne kayıp oğlundan bir haber alamadı ve hayatının geri kalan yirmi yılını birilerinden bir açıklama bekleyerek geçirdi. Kasaba halkı, olan biten hakkında ne düşüneceğine ya da nasıl tepki göstermeleri gerektiğine karar veremedikleri için dul kadını görmezden geliveriyordu.




Öyküyü sevdiyseniz ona buradan bir selam gönderebilirsiniz.

Closure

My parents used to tell me a peculiar local story about a widow that had once lived not too far from them. The events occurred during the closing year of the Second World War. The widow’s son, like many Arkansas farm boys, had gone off to fight in Europe. His letters faithfully arrived every few weeks, a marvel to his worried mother with tales of wonder and accounts of the mundane events of war life. One day, the letters stopped. A silence of weeks followed. And then, much to his mother’s fear, a letter from the United States Army arrived. The type-written official letter grimly explained that her son had fallen somewhere in Italy in an unreported battle. Due to the circumstances of his death, there was apparently no possibility of sending his remains home.

Being her only son, she was quite naturally devastated by the news and her neighbors, her church congregation, and her relatives provided what solace they could.


However, much to the astonishment of everyone in the small town, a new letter from the dead son arrived in his mother’s post box. Initial shock faded when it was widely supposed that the son had evidently written this final letter before his death and the letter had been delayed. However, the letter told the mother to ignore the news of his death, that there had been a mix-up and he was still quite alive and unhurt and would be explaining everything in due course.
What a miracle it must have seemed. After the months of worry, the shock of the news of her son’s death and the grief of his loss. And then to hear that it had all been a mistake.


And yet, in a final twist, his mother heard nothing more from her resurrected son. Weeks passed into months. The Germans surrendered and the war in Europe was ended. “We all thought that as soon as the war was over, they’d all be coming home,”my mother once told me,”Of course, that wasn’t how it turned out at all.”


Years passed and the mother heard nothing more from her missing son and spent the next twenty years of her life waiting for some kind of explanation. The townspeople tended to avoid the widow, unable to decide what exactly to think about the events and how to react.

2 Temmuz 2009 Perşembe

Arkadaşlar Özür Dilerim....

Kendine ait blogunda bir tane bile yazısı olmadan başkalarının bloglarına pervasızca küfür serpiştiren cühelaya (biri değil hepsine) mani olmak üzere blogumu bir kez daha onay verilmeden yorum yazılmasına kapatmış bulunuyorum.

Blogspota ilk geldiğim günlerde kenine ait bir blog tutmadığı halde başkalarının bloglarına görüş bırakılmasından hoşlanmadığım için blogumu onaysız yorumlara kapatmıştım. Lüzum etti yine aynısını yapıyorum. Bundan böyle; kendine ait blogu olsun canı ne isterse yazsın umurumda değil yorumlar onaylanır, kenine ait blogu olmayanın yazısı red edilir.

Uzun lafın kısası ben ayarlanmıyorum, ayar almıyorum.

Hatırlıyorum

Onlar;

Ahmet Özyurt,
Asaf Koçak,
Asım Bezirci,
Asuman Sivri,
Behçet Safa Aysan,
Belkıs Çakır,
Carina Cuanna,
Erdal Ayrancı,
Edibe Sulari Aybaba,
Gülender Akça,
Gülsün Karababa,
Handan Metin,
Hasret Gültekin,
Huriye Özkan,
İnci Türk,
Kenan Yılmaz,
Mehmet Ata,
Metin Altıok,
Muammer Çiçek,
Menekşe Kaya,
Muhibe Akarsu,
Muhlis Akarsu,
Murat Gündüz,
Nesimi Çimen,
Nurcan Şahin,
Özlem Şahin,
Sait Metin,
Sehergül Ateş,
Serkan Doğan,
Serpil Canik,
Uğur Kaynar,
Yasemin Sivri,
Yeşim Özkan

2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas'ta yanarak öldüler.

İnsanın içinde korku salan katillerin korkutucu tekbir seslerine karışmış, küfür ve hakaretleri eşliğinde saldırıya uğrayıp yakıldılar. Dönemin ileri gelenleri olaylar esnasında ve sonrasında şu sözleri söylediler:

"Halkla (oteli kuşatanları kastediyor) polisi karşı karşıya getirmeyin... Olayda ağır tahrik var. Çatışma yok. Otel yangınında can kaybı var." Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel

"Çok şükür, otel dışındaki halkımız bu yangından zarar görmemiştir!.. Halktan kimsenin burnu kanamamıştır ve ölenler de çıkan yangından boğularak ölmüşlerdir." Başbakan Tansu Çiller

“Bir defa şöyle bir fatiha okuyalım. Sonra şunların ruhuna el fatiha diyelim." Refah Partili Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu

"Merak etmeyin, gereken yapılacak! Kimsenin kılına dahi zarar gelmeden kurtarılacak..." Başbakan Yard. Erdal İnönü

“Gereksiz bir konuşma sonunda çıkan olay, solcularla dinciler arasındaki çekişmeye dönüşüyor. Bunu önlemek lazım. İnsan dinsiz olabilir. Ama bunu ilan etmenin gereği yok." Kenan Evren – Emekli Cumhurbaşkanı, Emekli Orgeneral

"Olayın büyütülmesini doğru bulmuyorum... Bir futbol maçında da bu kadar insan ölebilirdi." Dönemin muhalefet lideri Mesut Yılmaz

Ve yıllar geçti.

Ölenlerin ruhu şâd olsun.

Günlerden Öyle Bir gündü

Günlerden öyle bir gündü;
Üzerine tarih düştüğüm.
Gözümün önüne geldi birden
Balkıyan güzel yüzün.

Ve yüreğim yandı söndü,
Ter bastı avuçlarımı.
Bir işlek kovan uğultusu
Kapladı kulaklarımı.

Uzandım usulca cigarama;
Yavan ömrüme katık.
Ben o gün öldüm gülüm,
Bir daha ölmem artık.

Metin Altıok

1 Temmuz 2009 Çarşamba

Biraz da Serinleyelim

Gözünü sevdiğimin google'ı, ne kadar iyi bir arama motorudur. Aradığımızı istesek de istemesek de buluyoruz. Son bir ayda şağıdaki sözleri yazıp da büyük bir heyecan ile aradıkları vakit beni buldular. Birisi şaka mı yağıyor diye düşünsemde başlarda, denediğimde sahiden ben de blogumu bulup bir kez daha şaşırdım. Bir aydır en absürdlerini bir kenara not alıyordum. İşte bloguma neleri merak edenler uğramış bir görelim;
Ankara Ulus hayat kadını otelleri
Eter Koklatmak
kuzenimi dikizledim itiraf
Rüyada sarı terlik düzmek
Ankaranın kıble saati
Turkey Travesti
gözlerimin feri sönmek ne demek
Nükhet Duru Soyunuk (en çok da bu soruluyor nedense bulsam koyacağım blogun en görünür yerine resmini arayan mutlu olsun)
new age şarkıcıları
Travesti resimleri
Ölümden sonra ne var?
Komşumun karısı ile seviştim
Ellemek istiyorum
kıllı bir dağısın şarkısı
Sapık rüya görmek istiyorum
Soyunmam lazım
rüyada sevişmek istiyorum
kardeşimle aşk yapmak
seks orucu bozar mı
gelecekte neler olacak
sinirim neden bozuk
en güzel travesti kim
rüyada dantel don hediye almak
travesti duası
lezbiyenler günaha girer mi
aylık kalça güzelliği
kendi kendini tatmin ayıpmı
rüyalarım gerçek olacak mı
gerçek travesti resimleri
hangi rüyam gerçek olacak
iki sevgilimin olması beni zor duruma sokar mı
düğün salonunda seks
aşık olabilirmiyim
sevgilimin önü niçin hep kabarık
rüyada dantel don hediye etmek
sözlüm ters ilişki istiyor
sezen aksu nasıl beste yapıyor
bülent ersoy un gizli sevgilisi kim
hande yener mutlu mu
emel sayın ın burcu
kalçalarım güzel mi
sezen aksu nun fobisi ne
hangi yazar yalancı
hepsi neden ayrıldı
tesadüflere inanmak lazım mı
nasıl başarılı olurum
rüyada hayat kurtarmak ne anlama gelir
yumurta nasıl pişirilir
Gördüğünüz gibi genelde başta cinsel konulardaki saçma istekler ile rüya ağırlıklı aramalarla bana ulaşmak mümkün görülüyor. Ne diyeyim? Sıcaklardan, sıcaklardan. Oysa serinlemek isteyene çözüm bol. Mesela taktırırsın vantilatörü, klimayı. Püfür püfür yollarda kim durdurur seni. İnternetin yolları taştan, Google sen çıkarttın beni baştan.