9 Ocak 2008 Çarşamba

Medyatik Cinnet Ordusu, Rita Fink ve Diğerleri

Yıllar sonra, dün gece Rebecca’yı izledim ve korktuğum başıma geldi filmi bitirip yattıktan sonra, rüyamda Manderley’e gittim. Demirden bahçe kapısı kapkara bir izbandut gibi yolumu kesti, sanki içeriye girmemi engellemek istiyordu. Yolu otlar bürümüştü, koşarken ayaklarıma dolanıyordu. Kucağımda koskoca bir sözlükle koşuyordum. Artık bir harabeye dönmüş malikaneyi sarmaşıklar kaplamıştı. Evin eski günlerinden eser kalmamış o aydınlık pencerelerde karanlık hüküm sürüyordu, kapkaranlık cümle kapısından geçerek geniş mermer merdivenlerden can havliyle yukarıya doğru koştum. Peşimde uğursuzluk yüklü bir karaltı beni takip ediyordu. Onu göremiyordum, ama kalp atışlarını duyabiliyordum. Kalbi nefretle çarpıyordu.
Doğu kanadının karanlık koridorlarından koşarak çatı katındaki odaya girdim, oda hiç bozulmamıştı, pencereden süzülen ay ışığı odayı aydınlatıyordu. Örümcek ağlarının arasından süzülen ışık odayı korkulu gölgelerle bezemişti. Yatağın altına girip iyice kenara yapıştım. Sözlüğün sayfalarını karıştırmaya başladım. O kelimenin anlamını bulmalıydım. Çok önemliydi, hayatım bu kelimeye bağlıydı. Kapı açıldı. Ayaklarını görebiliyordum, kımıldamıyor kapıda duruyordu. Heybetli gövdesi bir erkek için bile alışılmadık biçimde iri olan ayaklarının üzerinde yükseliyordu. Ayak bilekleri sanki silikonla takviye edilmiş gibi kat kat olmuştu. Mrs Danvers’ın yüzünü görmüyordum ama emindim, saçlarını ortadan ayırıp İspanyol kadınları gibi arkada minicik bir topuz yapmıştı. Saçları hala abanoz gibi simsimsiyahtı. Aradığım kelimeyi buldum. Diva.

Diva: "İri yarı, gerdire gerdire fok balığına dönmüş, göğüs silikonları ayak bileğine inmiş gür sesli, bıçkın tabiatlı, kibar kibar konuşurken aniden nevri dönüp ana avrat söven transatlantik görünümlü dönmelere denir. Bunlar bir yandan kebabı nasıl sevip yağlarını nasıl ellerinden aşağı şıpır şıpır damlatarak yediğini şehvetle anlatırken, sahte sultan Edalarıyla “kaliteli” olduğunu varsaydığı avamlıklarını sergilemeyi marifetten sayarlar."

Şaşırdım. Birçok ülkede; primadonna, assolist, baş şarkıcı, sahnelerin en önemli kadın ses sanatçısı gibi anlamlara gelen bu kelimenin karşısında yazan satırlar sinirlerimi bozdu. Yatağın altından sürünerek çıktım.

Mrs Danvers: “Atla!! Pencereden aşağıya atla hadi” diyor beni pencerenin tehlikeli kenarlarına itttiyordu.
Pencereden atladım. Geriye dönüşü olmayan bir yoldaydım. Hayatımın önemli anları bir dvd’nin “scene selections” bölümü gibi küçük küçük kareler içinde karşımda duruyordu. Play tuşuna bassam istediğim anı gösterecekti. Hangi birini seçeceğime karar veremeden bahçeye düştüm. Saat beşi gösteriyordu. Çay vakti gelmişti. Sabahların Sultanı beni bekliyordu. Onunla çay içmesem ayıp olurdu.

Sabahların Sultanı yanağımdan çapkın bir makas aldı. “Şu programı bitireyim çıkışta gel, beraber En Dobra Dobra programına katılacağız” dedi.

Köstekli saatimi yeleğimin cebinden çıkarıp kapağını bir hamlede açtım. Baktım, yaptığım hareket Sabahların Sultanı'nı derinden etkilemişti, buğulu gözlerini kısarak bana bakıyordu.

Yaklaşık üç saat kadar vaktim vardı. Gezerken Karşıyaka’daki Deniz Sinemasına kadar gelmişim. Gösterimdeki filmin ne olduğuna bakmadan bir bilet alıp içeriye girdim. Salona girdim, yerimi buldum. Işıklar söndü film başladı. En sevdiğim film olan “Bu İkiliye Dikkat” oynuyordu. Başrolleri Banu Alkan ile Serpil Çakmaklı paylaşıyordu. Filmin senaryosu; iki bikinili ve iri kalçalı kadının aynı havuz etrafında yüzlerce defa kırıtarak gidip gelmesi, sonra yere havlu serip üzerine oturmasına olanak verecek biçimde ve üstelik merak unsurunu da ihmal etmeden gelişiyordu. Acaba havluya oturuken tam ortasına mı oturacak yoksa bir kısmı kenarda mı kalacak diye ister istemez meraklanıyordu insan. Başroldeki iki hanımefendi de, rollerine sonuna kadar adapte olmuştu, hatta Banu Alkan, yüz ifadelerinin yetersiz kaldığı yerlerde hislerini kalça mimikleri ile canlandırarak rolünü adeta yaşıyor ve yaşatıyordu.

Film bitti, seyirciler bis yaptı. Kendimim diye söylemiyorum, böyle bis görmemiştim. Önümdeki sırada Serpil Çakmaklı oturuyordu. Ağlamaktan rimelleri akmış, fondotenine karışmıştı. Küpeleri iri iriydi bu yüzden başını bile döndüremiyordu. Üzerinde iri motifli, büyük bir kazak vardı. Ağladıkça kazağın vatkaları tehlikeli biçimde sallanıyordu. Asistanını “Gördün mü bak, yine benden rol çaldı” diyerek azarladı. Asistanı; “Ben bilmem abla!!” diye cevap verdi. Aniden saçlarını kabartıp arkada kelebek şeklindeki bir tarakla topladı, alnına pembe renkli bir bant takarak aerobik yapmaya başladı. Sinemadan hemen çıktım.

Filmden çıkanlar açlıklarını seyyar satıcıların sattığı sucuk ekmeklerden yiyerek yatıştırıyorlardı. Sucukların sapsarı saçları vardı dudaklarını büzerek havaya buseler gönderiyorlardı. Az ilerideki sarışın bir kadın dikkatimi çekti. Dekoltesi günün bu saati için pek uygun değildi, rüküş seçilmesi an meselesiydi. Tehlikeyi seven bir kadındı. Sınırlarda yaşıyordu. Belli ki iskarpinlerinden şampanya içilmesine alışkındı. Görmüştü, geçirmişti. Dikkatlice baktım, Banu Alkan’dı. Sucukçu "internet siteniz hayırlı olsun abla" diyerek yılışık biçimde iltifat ediyor, kadın "ne sitesi ayol, ben müetahhit miyim" yanıtını veriyordu. Arkasından attığı kahkahalar yeri göğü inletirken sabahların Sultanı uçarak geldi “Çabuk Ol!!! Stüdyoya geç kalıyoruz!!!” diyerek beni çekiştirdi.

Stüdyoya Girdik. "En Dobra Dobra" başladı başlayacaktı. Açık oturum tarzı bir şeydi, katılımcılar karşımda oturuyordu; Pelin Batu, Rita Fink, Yeşim Salkım, Erkan Yolaç, Bülent Ersoy, Reha Muhtar, Lerzan Mutlu, Zekeriya Beyaz, Fatih Ürek, Sabahların Sultanı, Özcan Deniz, Ferdi Tayfur. Bunca adam arıza çıkarmadan nasıl bir arada duracak diye düşünürken her birinin yanında programı hazırlayanlarca tahsis edilmiş çürük sebze, yumurta ve pasta öbeklerini gördüm.

Sunucu vazifesini üstlediği açıkça belli olan Petek Dinçoz açık oturumu “bismillahirahmanirrahim, elemterefiş kem gözlere şiş” dedikten sonra, arkasına mavi Kurdeleler bağlanmış eflatun desem değil, pembe desem o da değil - hah buldum - lila rengi bir mendile sarılı zili sallayarak başlattı. Erkan Yolaç zil sesi ile birlikte başını emme basma tulumba gibi sallamaya başladı. Show dünyasında olup da elli yıl boyunca aynı işi aynı jest, aynı mimikler, aynı ses tonu, aynı vücut dilini kullanarak yapan başka bir insan yoktu. Ömrü vefa edecek olsa bir elli yıl daha aynı samimiyetsiz bakışlar ile bu durumunu koruyacağı intibaı uyandırıyordu.

Lerzan Mutlu aniden kahkahalar atarak yanında duran Zekeriya Beyaz’a sevgi ile yaklaşıp yanağından ısırdı. Zekeriya Beyaz bu ısırıştan memnundu. Görünen oydu ki; sanat camiasının birbirinden güzide şahsiyetleri arasından öne sıyrılmış hatundu Lerzan. Bu camianın birbirinden seçkin mensupları genelde birbirlerini alaylı ve okullu olarak iki gruba ayırırlar, bir gruptaki diğerinden pek haz etmez. Bu hanım sanatçımız okullu kısmısından olmasının haklı gururu ile TV çekiminde duygularını dizginleme zahmetine katlanmıyordu.

Fatih Ürek “Okullusu böyleyse sonumuz hayırlara vesile olsun” dedi. “Ben sahnede bunların yarısını yapsam adımı nasıl kötü anarlar, sahneye çıkartmaz, dağlara bayırlara kaldırırlar, tam 35 yılımı verdim bu mesleğe” diye ilave etti.

Reha Muhtar; “Bülent hanım sizi bir ara Adana'da sahnede kurşunlamışlardı yanlış hatırlamıyorsam.”

Bülent Ersoy: “Evet Reha bey, göstermek gibi olmasın, (eliyle sol böbreğini göstererek) şuramdan isabet alıvermişim.”

Reha Muhtar: geçmiş olsun divam.

Bülent Ersoy: Teveccühünüz efendim. Allah ü Teala bana bu sabrı verdikçe yılmayacağım.

Sözlük hala yanımdaydı bu göstermek gibi olmasın lafı kafamı kurcaladı. Sözlüğü açıp baksam elime yapışmazdı, zaten bütünleşmiştim sözlük ile, ayrılamıyordum bir türlü. Şöyle açıklamıştı sözlük; "Ayıptır Söylemesi" ifadesinin kardeşi niteliğinde bir sözcük grubudur. Bir anlam ifade etmez, ama yine de laf olsun diye sıklıkla kullanılır. Genellikle içinde kullanıldığı cümlenin bitiminde, gösterilmek gibi olunması istenmeyen yerin işaret parmağı ile gösterilmesi ile sonuçlanır.

Okuduğum satırlar beni rahatlatmıştı. Demek ki adet yerini bulmuştu. Sözlüğün sayfalarını kapattım, yoksa "paralel evren" her açılabilirdi, hepimiz paralel evrene geçebilirdik. Paralel bir evrenin olması fikri beni ürküttü. Uyanmak istedim ama her istediğimin olmayacağını artık öğrenmiştim. Uyanamadım.

Sabahların Sultanı: “Hadi Özcan bize bir şarkı söyle” dedi

Özcan Deniz: “Şarkı söylemek için gelmedim ben buraya, size yazdığım bir şiiri okuyayım dedi.

Rita Fink alaycı gözlerle süzüyordu. Verebileceği en seksi, alımlı, zeki, duygusal kadın pozunu yakalarken fotojenik olmaya gayret ediyordu. Gayreti gözden kaçmıyordu yüzünde saniyede 52 mimik geziniyordu.

Özcan Deniz:”Size yüzyılın doğumu için yazdığım veciz şiirimi okuyorum”
"Atlas demek
Dünyanın yükünü taşımak demek
Sen güçlü demek, zorlu demek
Atlas bebek
Atlas demek
ipek demek, kırmızı demek
sen ışık gibi, ayna gibi, ateş gibisin demek
Atlas bebek
Atlas demek
Sen üst de demek
Başın başlangıcı, aklın koruyucusu demek
Atlas bebek
Atlas demek
Daha çok kardeşin olacak demek
Ama annen, baban sana emanet demek
Hoşgeldin Atlas bebek"

Lerzan Mutlu “ ay bunu istiyorum, bunu istiyorum, biri bunu bestelesin çabuk”

Özcan Deniz: “Benim bunu bestelemem doğru olmaz”

Pelin Batu “Ben bestelettirebilirim gerekirse, çok tanıdıklarım varrr”

Bülent Ersoy Reha Muhtara dönerek önce bir genç kızın kahkasına öykünen sesler çıkartıp benzer “Bir kadın 30 küsür yaşına kadar 15 yaşındaki kız sesiyle konuşur mu ya? Kim çağırdı bu Pelin’i buraya?” diye sordu.

Reha Muhtar:”İlahi Diva’m ağzınızdan bal damlıyor, orkide kokuları saçıyorsunuz kımıldadıkça” Bu sözler üzerine ortam gerilim yüklü bir havaya büründü. Ferdi Tayfur asabi biçimde etrafa bakıyordu.

Fatih Ürek “Yeşim Emrah’la aranızda bir şeyler mi var” Diye sorunca, Yeşim Salkım “A neden olsun ki ben onu yıllardır tanıyorum ikimizde bu camianın içindeyiz böyle bir şey olabilir mi? Rica ederim kızım var benim” demesiyle gerilim daha da tırmandı. Panikleyen Petek Dinçöz “Hadi Ferdi Ağbii Bize bir şarkı söyle” diye cilve yaptı. Ama Ferdi Tayfur sinirlenmişti bir kere, gitarını sağlı sollu, sağa sola, sallamaya başladı vurduğu yeri kırıyor, gitara bir şey olmuyor dekor parça parça aşağıya iniyordu. Petek çığlıklar içindeydi “Sen benim kim olduğumu biliyor musun? Caaaaaan kurtar beni, Caaaaan canını seven kaçsın” Bu aklı başında lafları duyunca hemen can havliyle kaçmaya başladım, peşimde bir uğursuz karaltı vardı, kendisini görmüyordum. Kalp atışlarını duyordum. Dönüp baktım. Mrs Danvers da kaçıyordu.

Uyanıvermişim…

Ter içinde kalmıştım.

Allahtan hepsi rüya diye düşündüm, ya gerçek olsaydı?

2 yorum:

  1. uyandığında ter içinde olman normal, ben bile okurken ter döktüm :)) işin en matrağı da olayların tamamının gerçek olması (ferdi tayfur gitarı parçalamadı sadece, getirdi ve yayından sonra geri götürdü), hahayt yani rüya değildi. ama için rahat olsun, hepsi bir arada olmadı :))

    sevgiler

    YanıtlaSil
  2. Sanırım bi tarafım açıkta kaldı uykuda, ya da akşam ağır yenen yemeğin intikamı da olabilir bilmiyorum. Sudan ieyler işte :p

    YanıtlaSil

Yorumlar